Al sana yandaş!

En iyi arkadaşı Selahattin Duman’a göre “etrafında hemen sempati yaratan” bir tip değildi. Bunun nedeni “çok itici görünüşlü” olmasıydı. Yine Duman’a göre “Onu tanımadan seven insan yoktur. Tanıdıktan sonra da sevmeyen yoktur.”

On sekiz yaşında gazeteciliğe başladığı günden itibaren ihtirasları çok sarih ve kesindi: Büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeni olmak ve para kazanmak istiyordu. Gözü, “doğal olarak”, bir genel yayın yönetmeninin aldığından çok daha fazlasındaydı.

Çiçeği burnunda bir gazeteci olarak “Çankaya-Kızılay” hattında koşturduğu yıllarda bir gerçeğin farkına vardı. Bu işin manevi tarafı da, parasal tarafı da İstanbul’daydı. 1980 Haziranı’nda İstanbul’a geldi. 24 yaşındaydı ve iki yıllık evliydi. Eşini ikna etmesi zor olmuştu. Çünkü, Günaydın gazetesinde Ankara’dan aldığı maaştan çok daha düşük bir paraya talim edecekti. İlk iki ay gazeteci Can Ataklı’nın Laleli’de oturduğu çatı katındaki perişan bekar evinde kaldı. Sefalete dayanamayınca Üsküdar Salacak’taki halasının evine taşındı. 1980 Aralık’ında eşi İstanbul’a gelince Üstbostancı’da bir daire kiraladılar.

Üstbostancı’dan otobüsle Cağaloğlu’na gitmek bazen saatlerini alıyordu. Ciddi para sıkıntısı çekiyorlardı. Eline geçen 11 bin liranın 8 bin lirası ev kirasına gidiyordu. Müesseseye borçlanmaya başlamıştı.

İstanbul’a taşındığının ilk kışında ayakkabısının altı delindi, ama 1981 kışında maaşına zam alıncaya kadar değiştirmedi. Yağmur yağdığı günlerde deliğin olduğu yere bir mukavva parçası koyardı. Bir süre sonra tabanı yara bağladı.

Gazetede canını dişine takmış çalışıyordu. Ocak 1981’de maaşı 11 bin liradan 80 bin liraya çıktı. Bu hayatında bir dönüm noktasıydı. Ondan sonra aldığı paralar hep artacak, hiç para sıkıntısı çekmeyecekti.

Maaşıyla birlikte kilosu da artmaya başladı. Zaten uzun boylu, iriyarı, sporla başı pek hoş olmadığı için de kilo almaya müsait bir bünyeye sahipti. İkinci maaş zammında 99 kiloydu. Sabah’ta yöneticiliğe yükseldiğinde 130 kiloya çıkmıştı.

Gazetecilikten, kendi ifadesiyle, “iyi ekmek” yiyeceğine olan kanaati giderek güçleniyordu. Günaydın’da çalıştığı süre içinde Babıali’de profesyoneller arasında yavaş yavaş zeki, atak ve çabuk karar verip risk alabilen bir editör olarak isim yapmaya başladı.

Dinç Bilgin’in bir gazete çıkarmaya hazırlandığını duyduğunda yıl 1984’tü. Sabah gazetesi 1985 yılında yayına başladı. Rahmi Turan genel yayın yönetmeniydi. Kendisi de “resmen” olmasa da “fiilen” onun yardımcısı... Bir süre sonra Rahmi Turan ayrıldı. Genel yayın yönetmenliği de ona kaldı.

Sabah gazetesi, onunla birlikte Babıali’de birçok “ilk”e imza attı. Eski alışkanlıkları sarsan gazete, Türk basınının amiral gemisi Hürriyet’i sollayarak kısa sürede zirveye oturdu.

Sabah bu dönemde daha sivil, daha demokrat, daha liberal bir görüntü çiziyordu ve Özal’ın “değişim” programını destekliyordu.

Refahyol hükümetiyle birlikte her şey tersyüz oldu.

Hem kendisi değişti, hem de gazetesini değiştirdi ve darbecilerin emrine tahsis etti.

Eskiden, “Gelin şu darbe sözcüğünü hayatımızdan çıkaralım, darbecileri hayatımızdan kovalım, onları rezil edelim” şeklinde yazılar yazıyordu, 54. hükümetten sonra kendisine “Etibank Yönetim Kurulu Üyeliği” yolunu açan postmodern darbeyi destekleyen yayınlar yapmaya başladı.

Refahyol düştü. Yerine, “Anasol-D” adı verilen ara rejim hükümeti kuruldu. O da bu değişimden nasibini aldı. Artık “gazeteci” değil, bir “işadamı”ydı. Etibank’a “murahhas aza” ve yönetim kurulu üyesi oldu...

Derken bir şey oldu... Tatsız bir şey...

Devlet, ortağı olduğu bankaya el koydu. Kendi bankasını hortumlamakla suçlanıyordu.

Gelgelelim, şansı bir kez daha yaver gidecekti.

Ortakları hapsi boylarken, o soruşturmadan muaf tutuldu ve mevzun yükselişini sürdürdü. Sıfırdan bir gazete kurdu, “medya patronu” oldu.

Bu değirmenin suyu nerden geliyordu?

Geliyordu işte. “Ne gazeteciliği kardeşim. Biz burada dükkan açtık para kazanıyoruz” diyordu. Para bir yolunu bulup geliyordu işte.

Derken gazetesini sattı, mutlu bir şekilde köşesine çekildi.

Bu yazıyla nereye varmak istiyorum?

Şuraya:

Bu şahsın kurduğu gazetede karambolden köşe kapmış bir kifayetsiz, biricik suçu meşru siyaseti desteklemek olan ve elinde kaleminden başka sermayesi bulunmayan meslektaşlarına “yandaş ve hükümet yalakası” diye saydırıp duruyor.

Bir değil, iki değil...

Neredeyse içinde “yandaş” geçmeyen yazısı yok...

Haysiyet sahibi bir insan, önce, “Bu değirmenin suyu nerden geliyordu?” diye sorar.

Sonra da şöyle düşünür: “Bu soruyu sormayayım diye mi beni bu gazeteye yazar yaptılar? Acaba ben kimin yalakasıyım?”