Alevi meselesinde zurnanın zırt dediği yer

Alevi meselesinde önemli sayılabilecek bir mesafe alındığı doğrudur.

En azından, mesele tüm detaylarıyla her düzeyde tartışılmaktadır.

Aynen kürt meselesinde olduğu gibi.

Zaten, senelerdir söylüyoruz, alevi meselesi ve kürt meselesi aynı madalyonun iki yüzü gibidirler.

Sorunun özü, Türkiye devletinin vatandaşın etnik ve kültürel aidiyeti ya da inancı, dini, dini pratikleri karşısında kör ya da tarafsız olmamasıdır.

Her sabah çocuklara devlet ve dahi özel sektör okullarında “varlığım türk varlığına armağan olsun” diye bağırttırılıyor ise, Anayasa’da her vatandaş türktür diye yazıyor ise, Anayasa’nın dibacesinde “türklüğün tarihi ve diğerlerine manevi “ gönderme varsa  Türkiye devletinin vatandaşının etnik aidiyeti karşısında tarafsız olduğunu iddia etmek inandırıcı olamaz.

Türkiye devleti vatandaşının dini inançları karşısında da tarafsız değildir.

O kadar tarafsız değildir ki, Yargıtay (!) Müslüman olmayan vatandaşı için “yabancı” tabirini kullanmaktan çekinmemiş, bundan hicab duymamıştır.

1970’lere gitmeyelim, Ahmet Necdet Sezer’e (Cumhurbaşkanlığı’na) bağlı Devlet Denetleme Kurulu gayrı müslim vatandaşlarımızın vakıfları için yabancı vakıf tabirini kullanma cüretini gösterebilmiştir.

Genel İdare’ye anayasal olarak bağlı olmak zorunda bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm vatandaşın ödediği vergilerle finansmanı Türkiye Devleti’nin vatandaşının inancı karşısında tarafsız olmak istemediğinin başka bir kanıtıdır.

Sayın Başbakan’ın “Alevilik Hz. Ali’yi sevmek ise, en büyük alevi benim” ifadesi tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı.

Sayın Başbakan’ın ifadesinin eksik olduğu, Aleviliği sadece Hz. Ali’yi sevmeye indirgediği iddia edilebilir, bu açılardan tenkid etmek de mümkündür ama yine de ifadenin, tüm eksikliklerine rağmen bir suhulet arayışı, çağrısı olduğu söylenebilir ve bu da doğrudur.

Televizyon ekranlarında Aleviliğe ilişkin tartışmalara kulak veriyorum, çok zengin içerikli tartışmalar oluyor ama, benim sübjektif gözlemimdir, meselenin en özüne, ya da başlıkta ifade ettiğim gibi zurnanın zırt dediği deliğe bir türlü gelinememektedir.

Kanımca, alevi meselesinin ve daha genel olarak demokratik gerçek bir hukuk devletinde devletin vatandaşının inancına tarafsız yaklaşımının turnusol kağıdı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) finansman biçimidir.  

Bendeniz dahi bu aşamada gerçekçi olmaya gayret ediyorum, dini hizmetlerinin sivil toplumun işi olduğunu söylemekten, böyle inanmama rağmen, imtina ediyorum.

Ancak, DİB yine bir kamu hizmet birimi olarak kalırken finansman yönteminin değişmesi, genel vergilerle değil, vatandaşların ödediği gelir vergisine endeksli gönüllü bir Diyanet fonu ile finansmanı Cumhuriyet’in başından beri süregelen çok ciddi bir soruna çözüm olabilir. 

Ancak, önerdiğim, detaylandırmaya hazır olduğum Diyanet fonu konusu bir türlü gündeme gelememektedir zira mevcut yapı üzerinde ilginç bir koalisyon mutabakatı vardır, bu koalisyonu hem sünni kesimin bir bölümü, hem Genelkurmay, hem CHP oluşturmaktadır.

Alevi kesimin bir bölümü de bu çözüme, sistemin içine kendilerinin de dahil olması koşuluyla, yakın durmaktadırlar.

Böyle güçlü bir koalisyon, Siyasi Partiler Kanunu’nun anti demokratik 89. maddesini de arkasına aldığında, sistemin değişmesi zorlaşmaktadır.

Meselenin özü şudur: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut finansman biçimi ile tüm yurttaşların ödedikleri vergilerle bir inanç kesimine, çoğunluk dahi olsalar, hizmet götürülmesi adaletsiz bir uygulama olarak algılanmaktadır ve alevi sorununun özünde de bu vardır.

Alevilerin de bu sisteme dahil edilmesi de sorunu çözmez zira başka inanç ya da inançsızlık grupları da aynı vergileri ödemektedirler.

DİB bir kamu birimi olarak kalabilir ama finansman biçimi mutlaka gönüllü katkılarla sağlanmalıdır, dünyada örnek uygulamalar vardır.

Diyanet İşleri Başkanı Sayın Görmez bugün çok uzlaştırıcı, çok olumlu bir profil sergilemektedir ama beni daha ziyade ilgilendiren kurumsal kimliktir ve maalesef DİB ülkemizde birleştirici bir imajı KURUMSAL OLARAK sergileyememektedir.