Algı gerçek midir?

Geçen hafta medeniyetlerden dem vurmuş, batının en büyük iştahının bizim medeniyetimiz olduğunu dile getirmiştik. İlaveten demem lazım ki, ‘Batı Medeniyeti’ artık bizleri sofralarında servise hazır hale getirilmiş olarak görmek istiyor. Bu belli.

Ama yüzyıl önceki gibi hatta dünkü gibi değil hiçbir şey. Savaş aletleri de hayli değişti. Meydan okumalar da değişti. E çelik de, tüfek, ok, yay, tank, top, füze filan da değişti. Geçelim, bunlar artık demode. Can ve mal kaybı yapar bunlar, hani daha mertçe, yeke yek bu metod. Şimdi ise üç yöntem revaçta. Birincisi, içeriye gireceksin, her şeyin en üstünün ta burnunun dibine. ‘Shutter’ filmindeki fotoğrafçının tepesine binen ‘ismi lazım değiller’ gibi. Resimdeki hayalet belli yani. En mahremine kadar her bilgiyi saniyeler içinde kıtalar ötesine ulaştırıp taktiklere yön vereceksin. İkincisi, zihinlerde kendi adına değişim oluşturacaksın, algıya müdahele edeceksin. Televizyon, gazete, dedikodu (ABD’dekiler bilir, rumour management), Facebook ve Twitter vb. ile... Ha, mesajın doğru olması da önemli değil, füruat, önemli olan usûl, biliyorsun. Zaten, yabancılar adına çalışan işbirlikçilerin ahlaki değerleri olur mu sorusu safdillikten başka bir şey olmaz. Üçüncüsü ise uzun vadeli, derinden ve köklü çözüm: Dil. Kendi lisanı ile konuşturma, kendi lisanı ile düşündürme, kendi lisanı ile beklentiler içine sokma. Boşuna mı işbirlikçiler ve etkisi altına aldıkları kurumlar İngilizce’ye bu kadar çok tapınıyor. İyi öğrenilecek, kesin bilgi, bu artık onlar için farz-ı ayn. Artık zulmün müseccel markası olunduğu aşikar. Ama değişecek, her şey değişecek. Değişmeyen tek şey kalacak o da Türkiye’nin yükselişi. 30 Mart’tan sonra her şey değişecek.  Biz işin ehlini seçeceğiz, gerisi manipülasyon.

Ben olaya iyi yönden bakıyorum. Tamam, 17 Aralık’tan itibaren Türkiye’de çok ciddi şeyler yaşanıyor. Etrafımdaki insanlara baktığımda, bu konu açılınca hayli gerildiklerini görüyorum. Hemen hemen herkes bu gerilimi farklı oranlarda da olsa yaşıyor. Ben ise adeta seviniyorum. Bana benzeyen var mı diye etrafıma bakınıyorum, pek yok. Lütfen ben de varım diye bir kişi yazsın. Neden sevinmeyeyim ki, Türkiye artık son zincirlerini de kırıyor. Oturmamış siyasal yapı artık oturuyor.

Koca Mimar Sinan, caminin temelini attıktan sonra yıllarca bekliyordu ya hani, işte belli sarsıntılar olacak ki temel otursun. Aynen öyle, fırsat bulduğunda kimler ülkeyi sarsmaya kalkacak ortaya çıksın. Bunlar, engellerin veya muhtemel engellerin kendilerini ortaya atmasıdır. Ya iktidar. İktidar daha da güçlenir. İftira eden, sabotaj yapan insanların iç dünyaları ortaya çıktıkça, saldırılan unsurların pozitif değerleri de artar. Değişecek, her şey değişecek.

Zamana ayarlı gençlik ile olmayacak bunlar. Necip Fazıl’ın hitabesindeki gençlik ile olacak. Hani, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek olan, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını gediğine koymasını bilen, bir çığlık kopararak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız’ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik. Duvar ustası teşkilatına öykünen bir model ile değil, Anadolu vicdanı ile hareket eden, başkalarının kullanımına kapalı bir gençlik. ‘Kim var’ diye sorulduğunda, sağa sola bakmayıp, ‘ben yoksam kimse yok’ deyip atılan gençlik. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, bir zamanlar ‘yakin’ olsun, ‘siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarsınız, gerçek olsaydınız, bu hallerden hiçbirine tevessül etmezdiniz’ deyip, olması gerekeni her haliyle gösterecek bir gençlik. İşte böylesi bir gençliği kurgulayabilmek aslolan. 2023’e giden zorlu yolda, diyalektik ruhunu Çanakkale ruhu ile sentezlemek ve yola donanımlı bir şekilde devam etmek de ancak böyle olur.