Allâh’ın resmi

Yerküremizi 29.000 kilometrecik gibi kılpayı bir mesâfeyle ıskalayan meteor, yâhut adı her neyse o gök cismi beni hayâtımın erken yıllarına sürükledi.

Tabii kolumdan tutup yerlerde sürüklemedi, engin bir boşlukda yan yana kayar gibi gitdik.

Dört yâhut beş yaşındaydım. Annem bana oyalanmam için sarı sayfalı kalın bir müsvedde defteriyle birkaç kurşunkalem hediye etmişdi. Henüz okuma yazma bilmediğim için oraya kendimce şekiller çiziyordum.

Bir gün Allâh’ın resmini çizmeye karar verdim.

Bu iyi bir resim olacak ve Annem görünce kimbilir ne kadar sevinecekdi.

Allâh’ın nasıl “biri” olduğunu zihnimde çok iyi canlandırıyordum:

Ceket boyu epeyi uzun siyah bir takım elbîsesi olan (redingot!) ve başında tas gibi yuvarlak bir şapka taşıyan (fes) 50 yaşlarında bir adamdı ve bir koltukda oturuyordu. Çok sonraları fark etdim ki bir yerde Sultan Hamid’in sivil bir fotoğrafını görmüşüm ve tasavvurumda “Allah” o fotoğrafdaki şahısmış. Ev tıka basa kitab doluydu.

Resmi çizdim ve Anneme gösterdim.

Bakdı bakdı ve “Âferin, iyi olmuş; kim bu?” diye sordu.

Ben “Allah” der demez ise yüzü allak bullak oldu.

Sonra bana uzun müddet Allâh’ın bir insan şeklinde olmadığını, her yerde bulunduğunu, mâmâfih insanların onu maddeten göremeyeceklerini filan anlatdı ama bütün bunlardan Allâh’ın nasıl bir “şey” olduğuna bir türlü akıl erdiremiyordum.

Akşam üzeri Babama sordum, o da uzun uzun bir şeyler anlatdı ve ben yine pek bir şey anlamadım.

Bektâşînin câmide vaaz veren hocaya “Şuna yok diyeceksin ama dilin varmıyor.” diye biten hikâyesine muttalî olmama daha yıllar vardı.

O uzun sohbetde aklımda kalan en önemli husus dünyânın dışında “kâinat” adlı uçsuz bucaksız bir boşluk bulunduğu ve orada sayısız yıldızlarla bu yıldızlardan kopan iri kaya parçalarının uçuşup bunlardan bâzılarının ise arada bir dünyâya gelip çarpdığı idi.

O gece uyurken uçsuz bucaksız ve ancak ayışığı alır gibi loş bir boşlukda uçup durdum.

Etrâfımda bâzen dokunulacak kadar yakınımdan geçen iri kayalar da uçuşuyordu.

İki vizyoner

İkinci tedâî ilk gençlik yıllarıma âid:

Bilmem ki aktüel genç nesiller arasında Jules Verne (1828-1905) adını işitmiş olan var mıdır?

Kendisinden çok etkilenen Herbert George Wells (1866-1946) ile berâber bilim-kurgu tarzının mûcidi sayılır.

Jules Verne (Jül Vern) neden böyle değerlendirilir anlaşılması için romanlarından birkaçının adını vermem kâfîdir:

Arzdan Aya Seyahat; Arzın Merkezine Seyahat; Dünyânın Ucundaki Fener; DenizAltında Yirmi Bin Fersah; Meteor Avı (Ölümünden sonra hayırsız Oğlu Michel’in tamamlamasıyla); 80 Günde Devriâlem; İki Sene Mekteb Tâtili etcetera...etcetera...

H. G. Wells ise meselâ Görünmez Adam, Zaman Makinesı yâhut Dr. Moreau’nunAdası gibi çok ünlü romanların müellifidir.

Gerek Jules Verne ve gerekse o hep “istikbalde” geçen olayları anlatırlar.

Ama bunları öylesine isâbetle anlatırlar ki anlatdıklarının aşağı yukarı hepsi, üstelik bâzen onların tahmîn etdiklerinden bile daha kısa sürede gerçekleşmişdir.

Keşke diyorum Jules Verne’in ve Wells’in eserlerini bugün tekrar okuyan gençler çıksa... Fevkalâde sürükleyici hikâyelerdir ama...

“Güle gûş etdiremez yok yere bülbül inler;

Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler!”

NOT: Geçen yazımda “kifâf-ı nefs” yerine bir zuhûl eseri olarak “nefs-i kifaf” yazmışım.

Tabii ki böyle rezillik olmaz! Bunun mâzereti de pek yokdur ama ben yine de şansımı denemek istiyorum.

Özür dilerim!

Y.A.