Amerikan ordusunda düşmana ne gerek!

Amerikan sinemasına bakılırsa askerlikte savaş şart değil, sadist komutanlar ve silah arkadaşları yeterince tehlikeli... Üsleri ya da silah arkadaşlarınca öldürülen askerler, filmlerin ana temalardan biri.

ASKERLİĞİ sırasında gördüğü kötü muamele yüzünden intihar eden, ruh sağlığı bozulan, travma geçiren, bazen de bizzat arkadaşları ya da üsleri tarafından yaralanan ya da öldürülen askerlerin durumu Amerikan sinemasının sıkça ele aldığı bir konudur. A Soldier’s Story, A Few Good Men/ Bir kaç İyi Adam, Rules of Engagement,  High Crimes / Büyük Günahlar misali askeri mahkeme filmleri bir alt-tür bile oluşturur. Sinemanın askerlik kavramıyla ve askerlerin ruh haliyle ilişkisi, bazen savaş filmi bazen savaş karşıtı film başlığı altında ortaya çıkar. Bu ilişki propaganda ve protesto uçları arasında salınır. II. Dünya Savaşı’nın propaganda filmlerinin yerini zamanla ABD’nin denizaşırı müdahalelerini savunan Top Gun misali kahramanlık destanları aldı. Soğuk Savaş döneminin nükleer felaket korkularından kaynaklanan, çoğu B Sınıfı filmlerin yanı sıra Vietnam Savaşı’nı protesto eden filmler de karşı kutbu oluşturdu. Bunlardan bir kısmı asker istismarına odaklandı.

Kimliğin ve masumiyetin kaybı

Askerlikte kötü muameleden söz edince ilk anılması gereken film Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ı. Kubrick bireyi ezmeye, kişiliğini yok etmeye, iradesini kırmaya, her emre koşulsuz itaat eden, gözünü kırpmadan insan öldüren bir mekanizma parçası yapmaya yönelik “eğitim” sistemini sorgular. Bu eğitim sisteminin “başarı”sıdır asıl felaket! Savaş zamanı (Vietnam) olması ve askerlerin bedensel güçlerini tek tek ve kollektif olarak kanıtlamaya zorlanmaları, gruptan hiçbir yönden (performans, fikir, amaç, hedef, vs.) ayrılmamaları için sadistçe yöntemlerle eğitilmelerinin yol açabileceği sonuçları sergiler Full Metal Jacket.

Oliver Stone’un Platoon/ Müfreze adlı filmi kışladaki cinnetin cepheye yansımasıdır. Yok edilmiş kimliğin askerleri vicdansız ve merhametsiz birer öldürme makinesine dönüştürdüğüne tanık oluruz. Alışık olmadıkları bir iklim ve coğrafyada, düşman tarafından sarılmış, korku ve dehşet içindeki askerlerin ne uğruna savaştıklarının bir önemi kalmamıştır ancak sağ kalmak için savaşırlar. Stone “Savaşın ilk kaybı masumiyettir” sözüyle ‘suç’ işlendiğinin altını çizer. Vietnam atmosferi  II. Dünya Savaşı’nda Pasifik Cephesi’nde de aynen yaşanır. Ama orada Japonlarla çarpışan Amerikan askerleri kurbanlaştırılmaz kahramanlaştırılır. Clint Eastwood, bu “kahramanlık” olgusunun üzerindeki yaldızı kazıyıp altından ekonomik (tahvil satışı) ve psikolojik propaganda (moral yükseltme)  amacını ortaya çıkarır. Orduda eşit biçimde riske atılan ama sivil hayatta ırk ayrımına dayalı yasalara tabi Amerikan yerlisi askerin trajedisini de vurgulamayı ihmal etmez, Flags of our Fathers/ Atalarımızın Bayrakları’nda.

II. Dünya Savaşı öncesindeki ve sonrasındaki dönemlerde geçen filmlerde daha gerçekçi asker portreleri görürüz. Fred Zinnemann’ın From Here to Eternity/ İnsanlar Yaşadıkça adlı filminde Pearl Harbour baskını arifesinde Hawaii’deki üste despot komutanın boks yapmaya tövbe etmiş bir askerin hayatını, onu yeniden ringe çıkarmak için nasıl cehenneme çevirdiğini görürüz. William Wyler da The Best Years of Our Lives/ Hayatımızın En Güzel Yılları’nda cepheden dönen askerlerin fiziksel ve ruhsal travmalarını üzerlerinden atıp onlar kadar değişmiş olan yakınlarına ve sivil hayata uyum sağlama sorunlarını ele alır.

Vietnam’da cinnet geçirenler

Savaşın travmasının devamını ise Michael Cimino’nun The Deer Hunter’ı başta olmak üzere hemen bütün Vietnam Savaşı ertesini anlatan filmlerde görürürüz. Askerlerin o uzak ve yabancı ülkedeki varlıklarını anlamlı kılmak ve yaptıklarından dolayı kendi kendilerini affetmek için içki, uyuşturucu, fuhuş ve kumara sığınmaları, ağır stres altında akli dengelerini yitirip işi Rus ruleti oynamaya vardırmalarına birçok filmde rastlanır. Francis Ford Coppola, Apocalypse Now/ Kıyamet’te hemen her karakterin ‘deli’ ve ‘kontrolsüz’  olduğu ve savaşın kutsal kitaplarda anlatılan gökten ateş yağan sonu andırdığı bir evren yaratır. John Milius’un Joseph Conrad’in Karanlığın Yüreği novelasından esinlendiği Kıyamet’in senaryosu bir ordu istihbarat subayının ve ekibinin Kamboçya’da bağımsızlığını ilan etmiş bir albayı öldürmeye gönderilmesini konu alır.  Bu görevi yerine getirirken ölmeleri umursanmaz bile. İnsan hayatının hiçbir değeri yoktur...

Ortadoğu ve Afrika günahları

ABD’nin Ortadoğu’da görevli askerleri ise gördüklerinden çok yaptıkları işkencelerle dünyanın gündemine geldi. Piyade Anthohy Swofford’ın anılarından Sam Mendes’in uyarladığı Jarhead’de Suudi Arabistan çöllerinde Körfez Savaşı’na hazırlanan askerlerin ağır bir eğitim ve daha da ağır cezalarla dolu bekleyişte ‘düşman’ı öldürmek için sabırsızlanan vicdansızlar haline gelmelerini izleriz.

Vicdanlarını törpüleyen, onları şiddet kullanmaya teşvik eden ortamı Errol Morris, Irak’taki Ebu Garib hapishanesindeki tutsaklara eziyet eden askerlerin belgeseli Standart Operating Procedure/ Standart Operasyon Prosedürü’nde gözler önüne serdi. Paul Haggis de Tanrının Vadisinde / In the Valley of Elah filminde Irak’ta tanık olduklarını kaydettiği için silah arkadaşları tarafından öldürülen, cesedi parçalara ayrılıp yakılan bir askerin, Vietnam gazisi babasının adalet arayışını anlattı.

Sinema ‘90’lı yıllardan bu yana Afrika’da kaçırılıp askere alınan, orada her türlü istismar edilen çocuklar hakkında filmler üretmeye başladı. Çocuk askerlerin nasıl içki ve uyuşturucuya alıştırıldığı, taciz ve tecavüze uğradığı, ellerine silah tutuşturulup katil yapıldığını anlatan filmler yapıldı. Soldier Child, Ezra, Johnny Mad Dog, Children of War ve bu yılın ses getiren filmlerinden War Witch/ Savaş Cadısı Uluslararası Af Örgütü’nün de hassasiyetle mücadele ettiği bu konuya dikkat çeken yapımlar...