Amerika’ya edebiyat okumaya gidilir mi?

Çağrı çok yaygın bir isim değildi ama hikayesi sağlamdı. Babası askerdeyken bağırsak düğümlenmesinden hastaneye kaldırılmış. Ama ambulans yokluğundan askeri araçla hastaneye kaldırılmış. Aracın farları bozuk olduğundan Çağrı asteğmen el feneriyle yolu aydınlatmış. Şoför de o az ışıkta yolunu bulmuş. Hastaneye vardıklarında acil ameliyata alınmış ve kurtulmuş. Doktor demiş ki seni hastaneye getiren komutanın olmasaydı sen bu sabahı zor görürdün. İşe o asteğmenin adını koymuşlar.  Çağrı asteğmenden hatıradır bu isim. 

Çağrı adının hikayesini herkese anlatır, kendi doğumunu tılsımlı hale getirir. İnsanın bir hikayesi olursa ve ömür boyu taşınacak bir hikayeyse bu. O zaman kendisi de hikaye kahramanı gibi oluyor. Öyle artistik, öyle afili bir tavır yani.... Çağrı da bir film çeker gibi, bir hikaye yazar gibi yaşadı hep. Okulda dersleri oyuncak gibi görürdü. Ders geçer gibi değil topaç çevirir gibi heyecanlı ve eğlenceliydi okul hayatı. Ama okul  sırasında ne kadar havalı olabilir ki insan. Çağrı da havalı öğrenciliğin sonu olduğunu çabuk anladı. 

Tarih öğretmenini pek severdi Çağrı. Öğretmen ders dışında da ciddiyetle tarih okur, şiir sever ezberinde şiir taşır, rüyalı , hülyalı bir adam idi. İstanbul’u derslerde öyle bir anlatırdı ki kuş olup İstanbul’da bir mekana konmak istersiniz. Çağrı da hocanın İstanbul menkıbelerini ağzı açık dinleye dinleye İstanbul türküsü çağırmaya başladı. Liseyi orada bitireceğim ve orada tarih okuyacağım diye tutturdu. Babası nasihat etti, anası göz yaşı döktü, arkadaşları naz ettiler, hatta küstüler...Ama  Çağrı eşek sütü içerek büyümüş gibi inatçı çıktı İstanbul dedi de başka bir şey demedi... Sonunda postu İstanbul’a serdi. Yurda yerleştirdiler, “okul ile yurt arası yürüme mesafesi” dediler. Ama Çağrı ilk sabah anladı ki “yürüme mesafesi” bir masaldır. “Bu mesafeyi yürümek isteyenler  hesap bilmiyorlar bu kesin bir şeydir.” diye düşündü Çağrı. Sonra okul, dersler bir curcuna ile geçmeye başladı. Yeni arkadaşlar buldu. Okul yolunun uzunluğuna alıştı. Derslerde yavaş yavaş klasını göstermeye başladı. Hocalardan aferinler biriktirdi. İşte o günlerde,Tuğba ile tanıştı Çağrı ve anladı ki İstanbul güzeldir ama Tuğba İstanbul’dan daha güzeldir. Çağrı Allah vergisi star ışığı ile Tuğba’nın başını döndürebilirdi. Yani en azından Çağrı öyle umuyordu ama Tuğba çoktan sersem etmişti Çağrı’yı. 

Tuğba hem zengin hem güzel hem akıllı idi. Çağrı, Tuğba’yı peşine düşürecek neyi varsa hepsini seferber etse bile Tuğba’nın burnu bulutları çizecek kadar havalıydı. Çağrı en sonunda dili ile onu etkilemeyi düşündü. Sağdan soldan biriktirdiği hikayeleri bir bir anlattı. Meslea kendi adının nasıl konulduğunu yani Çağrı asteğmeni anlattı. Tuğba bu hikayeleri dinliyor ve beğeniyordu da ama belgeselde Afrika’yı seyreden batılılar gibi üstten bakan bir merakla dinliyordu Çağrı’yı. Aklı yetik biri olsaydı Tuğba’nın bu halini derinlemesine anlatırdı. Ama Çağrı bir lise talebesiydi. Ve yaşadıklarına bir ad koyamıyordu. Yani Tuğba adı konulmamış bir kalp ağrısıydı Çağrı için... Meğer Tuğba’nın verilmiş sözleri varmış. Liseyi bitirince yurt dışına gidecekmiş. Amerikan edebiyatı okuyacak ve kariyer yapacakmış. Bu hem onun hem ailesinin isteğiymiş. Çağrı bir aile nasıl Amerikan edebiyatına istekli olur anlayamadı. Ve saf saf sordu; “...sen gidince ben ne olacağım?” Bu kadar saf soruya bile bir kahkaha ile cevap verdi Tuğba. Ve o zaman kesin olarak anladı ki Tuğba başka rüzgarlarda sallanıyor. Tuğba okul bitince kariyerine doğru kanat açtı ve gitti. Bir daha da haber alan olmadı. Çağrı inatla ve ısrarla istediği tarih bölümünü okudu, hocası gibi derin tarih bilgisine sahip oldu. Hatta eski şiirlerden, gazellerden parçalar bile ezberledi. Fakülte bitti. Çağrı İstanbul’a çok alışmıştı. İstanbul ise Çağrı’nın havalı afili taraflarını çoktan törpülemişti. İş bulması gerekiyordu. Çok iş aradı. Ve sonunda anladı ki tarih okumak ve sonunda iş aramak bir arada olmuyor. Önce karnın doyacak sonra tarihe, şiire merak salacaksın. Bu öncelik bir kere yolunu şaşırırsa önce tarih ve şiir sonra ekmek dersen vay haline... Çağrı İstanbul’da iş buldu. Ama ancak karnı doyuyordu. İşten yorgun geldiği bir akşam televizyonun karşısına çuval gibi yığıldı. Elinde kumanda kanaldan kanala sekerek giderken bir edebiyat programına rast geldi. Program konuğu Tuğba idi. Şaşkınlıkla ekrana kilitlendi Çağrı. Tuğba Amerika’da yaşamasına rağmen Türkçe eser veriyormuş, tane tane anlatıyordu; “Kitabımın ismi ‘Çağrı’ liseden arkadaşımın ismiydi. Ve hikayesi olan bir isimdir. Ben de onu anlattım kitabımda.” Çağrı duyduklarına inanamadı. Ama gözünden akan yaşa da engel olamadı. Gitmeseydin de beraber yazsaydık hikayemizi Tuğba diyebildi.