Analara söyleyin bu savaş bitti

İstanbul, 2005 yılının yaz ayları. Borsa Lokantası’nda Yaşar Kemal abiyle buluşmuşuz.

Sofrada onun çok sevdiği ve zamanla bana da sevdirdiği pazı sarması var. Sarmadan sonra sıra balık ve et yemeklerine gelecek. Her buluşmamızda ona kitap projelerimden söz ediyorum, dinler görünüyor ama bu projelerin hiçbiri onu kesmiyor aslında.

Çünkü benim onunla paylaştığım bu kitap projelerinin hiçbiri roman değil.

İlk kitabım olan Dıjwar’ı okumuş, çok beğenmiş, beni teşvik edip duruyor, “Romana başlamalı ve artık roman yazmalısın” diyor. Sonra da “Sende çok hikaye var hoca” diye de ekliyor.

O tarihten bu yana epey yazdım sayılır, ama hiçbiri roman değildi.

Roman değildi ama, yazdıklarım tamamen edebiyat dışı metinler de sayılmazlar doğrusu.

Sakine Ana’nın kadersizliği

Kitaplarımın isimlerini seçerken bile az çok edebi bir çağrışım yapmasına, hep özen gösterdim. Birisinin isim babası Yaşar Abi sayılır. Yine Borsa Lokantasında baş başa yemek yediğimiz bir günde, hazırlamakta olduğum kitaba seçtiğim iki ismi de önüne koydum.

Çatışma yıllarında evlatlarını, eşlerini kaybetmiş Kürt kadınlarını anlatan otuz hikayeden oluşuyordu kitap. Hikayelerden biri Sakine Ana’ya, Sakine Arat’a aitti. Sakine Ana, Diyarbakır Cezaevi’nde oğlu Cemal Arat’ı açlık grevinde kaybetmişti. Biz içerdeydik, açlık grevi yapan çocuklarını kurtarabilmek umuduyla analar Diyarbakır’dan Ankara’ya gelmiş ve siyasi parti liderleriyle, Özal ve hükümet yetkilileriyle görüşmüştü. Görüşmelere katılan analardan biri de Sakine Ana’ydı. Ama büyük bir kadersizlik olsa gerek Sakine Ana, tam da Halkçı Parti’nin genel merkezinde genel başkan Necdet Calp’la görüşmeyi beklerken, Cemal Arat açlık grevinde hayatını kaybediyor. Diyarbakır’dan bir telefon geliyor ve telefondaki kişi, ‘Ana’ya Söyleyin, Her Şey Bitti’ diyor. Yani Cemal Arat öldü..

Hikayeyi Sakine Ana’dan dinlediğimde kitabın adı kafamda çoktan oluşmuştu. Ama bir de Yaşar abinin fikrini alayım istedim. Hiç unutmuyorum, masadan bir peçete aldı. Cebinden bir kalem çıkardı ve şu ismi yazdı: ‘Her Şey Bitti, Ana’ya Söyleyin’

Yazmayı bitirince “Bu isim dehşet  bir isim oldu, başka bir şey düşünme’ dedi. Kitabın ismini yazdığı peçeteyi aldım cebime koydum, ve bu  minval üzerine sohbete devam ettik.

‘Başkası acı çekmesin’

Doğrusu kitabın içindeki hikayeler de dehşet vericiydi, çok trajikti, sahiplerine yılar yılı büyük acılar yaşatmış, bitmek tükenmek bilmeyen bir yasa tutsak etmişti.

Perşembe günü Newroz alanında okunan Öcalan’ın mesajı o hikayeleri ve o anaları bana yeniden hatırlattı. Kimse gidip onlara ne düşündüklerini ne hissettiklerini soracak mı, bilmiyorum, ama Öcalan’ın mektubunu Sırrı Süreyya okuyup bitirince, benim içimden birinin çıkıp ‘Analara Söyleyin, Bu Savaş Bitti’ demesini ve bu  başlıkla bir yazı yazmasını dilemek geçti.

Hop yavaş gel bakalım, bu savaş daha bitmedi diyenlere ve diyecek olanlara, savaş biterken Kürtler’den adeta ‘diyet’ talep edenlere söyleyecek sözüm kalmadı benim.

Sözüm ‘Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin’ kitabında hikayesi olan kadınlara ve analaradır benim.

Bu mesaja ne çok sevindiklerini biliyorum. O söyleşileri yaparken, hep beraber sözleşmişler gibi, ‘biz çok acı çektik, başkası çekmesin’ diyorlardı. Bu savaş bitsin istiyorlardı.

Evlatlarını toplu mezarlardan kendi eliyle toprağı kazıyıp çıkarmış analar, kardeşlerinin ölü bedenlerini, susturulmuş şehirlerin, kasabaların morglarına traktörlerle taşınan cesetlerin arasında arayan ve o morg gecelerini unutmayan kadınlar, silahların susacak olmasına kimbilir ne çok sevindiler.

Geçmiş takılıp kaldığımı düşünmeyin lütfen, geçmişi  hatırlamadan bugünün kıymetini bilemeyiz.

Morgtaki kadın cesedi

O kadınlardan birinin, Zarife Karasungur’un hikayesinde geçen kısa bir bölümle bitsin bu yazı, bana hak vereceksiniz:

“O morg gecelerini unutmadım. Bir kadın gerilla getirmişlerdi ve Bingöl’de bu ilkti. Bingöl’e ilk kez bir kadın gerilla getiriliyordu. Herkes ondan söz ediyordu. Ölüydü tabi. Çıplaktı ve yüzü taşla ezilmişti. Yüzü ince bir yaprak gibi olmuştu. Ondan çok etkilendim. Dini bütün bir hastane terzimiz vardı, bir kadının üstü öyle açık olmamalı deyip üstüne beyaz bir bez örttü, polisler farkına vardılar ve kaldırdılar bezi. Morga gelen her cenazenin abim olup olmadığını öğrenmek için morga inerdim. O morgda her şeyi gördüm. Erkeklerin bazılarının cinsel organları kesilmiş olarak gelirdi bazen. Kimilerinin yüz derisi yüzülmüş olurdu. Sivil yani gerilla olmayan bir ceset getirdiler bir gün, tuhaf bir şekilde ayak topuğu kesilmişti. Niye kesmişlerdi topuğunu, anlaşılır gibi değildi. Zor bir dönemdi ve kimse ölüsüne sahip çıkamıyordu. Belediye götürüp gömüyordu cesetleri. Ama gömmeden önce günlerce bekletirlerdi ve bu cesetler bekletildiği için bazen çok kokardı. Böyle durumlarda koku sokağa taşardı ve hastaneye gelip gidenler bu kokuyu hissederdi. Belediye ile güvenlik güçleri arasında anlaşmazlıklar olduğu zaman olurdu bu. Beklerdi cesetler, gömülmeyi beklerdi ve kokardı. Gömerken, tabut, yıkama, kefen gibi bir şey yapılmıyordu. Ayaklarından ellerinden tutuyorlardı cesetleri ve çöp kamyonlarına atıyorlardı.

Ben bu yüzü ezilmiş kadın gerilladan çok etkilenmiştim. Tesadüf, Metin Altıok gelmişti, Bingöl’deydi. Tanışırız onlarla ailece. Metin Altıok “Zarife, bugün rengin niye bu kadar soluk, ne oldu” dedi. Morgda yatan kızı anlattım ona, hemen oturdu şiir yazdı o. Sonra ne yaptı ne etti, gitti morga ve bizzat bu kadını gördü Metin Altıok. Şöyleydi şiir:

Öyle ak öyle ak ki teni

İpekten biçilmiş sanki

Duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği

Çırılçıplak incecik, sedyede bir kız cesedi

Onparmağı boyalı

Bulaşmış ıstampa mürekkebi

Bir kızım

Sağsa eğer, bir kızım morgda şimdi...” (Orhan Miroğlu-Her Şey itti, Ana’ya Söyleyin-Everest Yayınları)

Analar artık kızlarını morglarda aramayacak, bir zamanlar aramak zorunda kalanların acısı ve yası paylaşılacak.

Barış gelecek bu topraklara.

Analara söyleyin, bu savaş bitti!