Anayasada yazarsa daha mı dindar oluruz?

TBMM Başkanımız İsmail Kahraman’ı öğrencilik günlerimden beri tanır ve takip ederim. Üstad Necip Fazıl’ın talebesidir. Milli Türk Talebe Birliği ruhunu biz 80’ler sonrası nesillere taşımış bir hareket ismidir. Anayasada ve yasal mevzuatta içeriği ve yürütülme usulü açıkça belirlenmediği halde mütedeyyin kesim üzerinde rijit bir şekilde cezalandırma/tedip amacıyla işletilen ‘’laiklik’’ mevzunu tartışmaya açmıştır.

Aynı fikirde olmayabilirsiniz. Ama yeni Anayasa tartışılırken yaşanmış tüm eski mağduriyetlerimiz toplumsal konuşma masasında yerini alacaktır. Son yüzyılda maruz kaldığımız uluslaştırma projesinin temel iki kırılgan fay hattı olan etnik ve dini kimlik meseleleri, huzur kaçırıcı da olsa şimdiye kadar özgürce dillendirilemeyen içerikleriyle önümüze gelecektir...

Laiklik, kutsallara eşit mesafedeki devlet organizması anlamında kurumsal bir işleyiş olduğu taktirde herhangi bir itiraz ile karşılaşmayacaktır kanımca... Ama beklenti; fertlerin dinden uzaklaşmaları veya yasaklarla şekle şemale zaptü rapt altına sokulmaları ise itiraz elbette olacaktır, takıyye, gizlenme sonuçlarıyla her türlü toplumsal patolojiyi de besleyecektir diğer yandan...

***

Peki dindarlık Anayasa ile sağlanabilecek bir mevzu mudur. Sanmıyorum. Zira yönetmelik, kanun veya anayasayı geçin... Kuran’ı Kerim işte şurada duruyor. Allah’ın sözü dahi bizi dindar olmaya yeterince teşvik edebiliyor mu? İlahi söz ve emirlerin o Kitap’ta kayıtlı olması, bizi Allah katında makbul bir kul kılmaya tek başına kadir midir? Tevrat ve İncil ise daha da eski metinlerdir ki onlar da yetmemiştir insanlığı dindar eylemeye... Değil mi ki kul yapımı, insan yazımı başka yazılı metinler mukayyet olabilsin insana ve dindarlığına...

Öyleyse şöyle diyebilir miyiz; ‘’yazı başka, hayatsa daha başkadır’’...

Yarılma böyle başlar zaten, sorun böyle çıkar ortaya. Bir şey yazıya dökülüyorsa, zaten güvensizlik vardır orada, unutkanlık vardır. Unutmamak, bir daha yanılmamak ve acıya düşmemek için yazarız, kenara. Nedir kenar? Bazen bir mağara duvarıdır, bazen mezar taşı, bazen kilden tabletler, belki bir mühür, belki de bir kapı, belki bir Kralın elindeki ferman veya bir soytarının boynunda asılı eman. Bir yazı mekanı olarak “kenar”; hafızadır. Ve içeriğin, özün; çeperidir, kılıfıdır, taşıyıcısıdır. İrlanda Anayasası’nın Kadir-i Mutlak olana Tanrı’ya atıf yapıyor oluşu veya İran Anayasasındaki İslam Devleti ve mezhep tabiyeti vurgusuna bakalım... Bu dinsel vurgular, bahsedilen toplumları, tek başına dindar kılmaya yetmiş midir...

****

Yazı ile insan, yasa ile birey arasında bir mesafe vardır. Ki bu mesafe akıl’dır, ayırt etme, seçme, tercih etme dediğimiz şeyler bu kısa mesafede cereyan edip durur. Eğer bu mesafe olmasaydı, ya meleklerden veyahut hayvanattan olurduk. Dolayısıyla yasa bize, kenar/merkez ilişkisiyle başlayıp, biçim/muhteva, öz/gelecek şeklinde devam edebilecek bir dizi ahenk sorusunu taşır. İdeal olan ile hayat olan arasındaki gerilimlerdir bunlar... Katilleri sevmeyiz, lanet ederiz mesela, bir insanı öldürmek günahtır, ayıptır, yasa dışıdır, lakin içinde katilleri de barındıran bir hayatta döner dururuz... Yasa, işte tam da burada şamandıradır... Kötü patlamış bir denizde elini koyup tutunabileceğin umudun sınırı... Kral Nabukadnezar’ın birbirinin boğazını sıkan tüccarların kavgasından gına getirdikten sonra yazdırdığı söylenir, insanlığın ilk Kanunnamesini... Bu kanunname çiftçilerle tacirlerin kavgasını kesebilmiş midir emin değiliz ama insanlığın kaleme aldığı ilk toplumsal sözleşme olarak geçmiştir kayda...

Soru şudur: Kavga nasıl son bulacaktır...