Andımız ve bit salgınları

70’lerin sonuna doğru Eskişehir’de Ali Fuat Cebesoy İlkokulu’na gidiyordum.  İlkokul, mahallenin en önemli belki de tek kamu kurumuydu ve sanki okula gitmek ciddiyetin yanı sıra resmiyet de gerektiriyordu.

Kardeşlerimle her sabah ya da her öğlen, kara formalarımızı giyip beyaz yakalarımızı taktıktan sonra mahallenin bütün çocukları gibi yürüyerek giderdik okula.

Okula yaklaşınca ciddiyete, zil çalınca askeri düzene geçmek zaruriydi.

Evvela bütün sınıflar boylarına göre ikili sıra olurdu. Hizaya geçmenin en nizami yolu, sol kolu (sağ mıydı yoksa?) gergin şekilde öndeki çocuğun omzuna koyup aradaki mesafeyi sabitlemekti. Sonra sıra Andımız adlı milli tekerlemeyi tekrara gelirdi.

Hoop bütün eller havaya... İstisnasız.

Bayrak direği ve Atatürk büstüyle bahçenin odak noktası haline getirilen platforma çıkıp bütün okula ant içtirmek prestijli bir şeydi. Ama herkes el kaldırsa da herkes oraya çıkamazdı. Çıkartmazlardı.

Çocuklar formalarının kara renginde eşitlenseler de o formaların eskiliği yeniliği, ütülü ütüsüz oluşu gibi ipuçları üzerinden hareket eden seçici müdür marifetiyle, ailesi fakir veya üstü başı bakımsız bir çocuğun o mutena mevkiye yükselmesine izin verilmezdi -ki örneği görülmüş değildi.

Zaten sadece bu iş için bile imtiyazlı bir öğrenci grubu çoktan oluşmuştu. Muhtemelen, arada bir görünümü orta halli, forması yeni olmasa da temiz ve bakımlı olanlardan birkaç öğrencinin ant içtiren makbul çocuk mertebesine erişmesine izin verilmesi eşitliğin bir fikir ve ideal olarak varlığına işaret etmek içindi.

Yemin törenleri yazları Eskişehir’in sarı sıcağında, kışları dondurucu ayazında, sanki devletin bekası buna bağlıymışçasına inançla sürdürülür, ama bununla yetinilmezdi.

Milli bayramlarda okulun her yaştan öğrencisi resmi bir görevlendirmeyle yollara düşerdi. En önde bayrak taşıyan -Hayat Bilgisi kitabı ifadesiyle “gürbüz” bir çocuk, onun arkasında milliyetçi militarist aforizmaların yazılı olduğu afişleri taşıyan makbul çocuklar, onların arkalarında babaları gerekli masrafı yapabilmiş olan çocuklardan kurulu bando takımı ve onların da arkalarında bütün okul, rap rap yürüyüp marşlar söyleyerek geçerdi mahallenin caddelerinden.

Minik askerlere yorulmak yasak olsa da biz yorulurduk. Lakin mahalleli, dönemin anarşik ortamının ve devletin ideolojik aygıtlarının da etkisinde olarak - illa ki, bizi görünce duygulanır, tahtalara vururdu.

Haftanın beş günü içtima alanında toplanıp tekmil verirken, ant içerken ve dahi marş söylerken öğrenciler iki şeyde eşitlenirdi.

İlki “rahat”tan sonra yüksek ve sert bir tonda verilen o “hazrol!” komutunda. Hiç kimse yanındaki önündeki arkasındaki arkadaşıyla konuşamaz, fısıldaşamaz, bir şey alıp veremezdi. Hele gülüşmek... Bu suç, sınıfa dönüldüğünde parmaklarını birleştirip yukarıya çevirmek ve öğretmen cetvelin sivri tarafıyla vururken ellerini kaçırmamak şeklindeki cezanın infazını gerektirirdi.

Anlayacağınız her şey yasaktı.

Ama bitlenmek serbestti.

Bitlenmek, okulda sınıflar arası eşitliği sağlayan, hızla yaygınlaşan ve sakınılması mümkün olmayan bir okul sporuydu. Annelerimizin evde verdiği yüksek alarma, babalarımızın eczanelere koşturup utana sıkıla bit ilacı almasına (kelox?), komşular arasında yüksek volümlü fısıldaşmalara konu olmasına ve bütün bunların hem faili hem mağduru olmamıza rağmen bitlenmenin eğlenceli tarafları da vardı.

Tek derdimiz Andımız okunurken aramızdan birinin “Türküm doğruyum”un ardından “bitliyim” deyivermesiyle başlayan gülme salgınında yakayı ele vermemekti. Bir de “hazrol!”dayken harekete geçen bitlerden dolayı başımızı kaşıyamamak.

Söylemezsem çatlarım

Vay be! Ne günlermiş! Hatıra-yorum modundan çıkıp “resmi görüş”ümü açıklıyorum: Andımız adlı tekerlemenin tarih olması -sözlerinden bağımsız olarak da- militarist formu ve icrasındaki bir dolu saçmalık nedeniyle çok iyi olmuştur. Herkese geçmiş olsun. Çocuklar: Rahat... Ama gerçekten rahat...