Beklentiler çok büyük, atılabilecek adımlarsa nerdeyse mayın tarlasına dönüştürülmüş bir zemindeydi. Paket değil sanki gökten inecek sihirli bir değnekti beklenen. Korku tamponlarıyla kah birbirinden uçurumlarca uzaklaştırılmış, kah birbirine yasaklanarak kilitlenmiş, birbirinin yabancısı, birbirinin ötesi haline getirilmiş kesimleri, yeniden birbiriyle konuşur birbirini işitir, birbirine dokunur hale getirebilmek elbette kolay değildi. Bir yanda Akil Heyetsonrası Doğu Anadolu’da görüştüğümüz 30 bin kişinin sırtımıza ve vicdanlarımıza emanet ettiği 100 yıllık dertler kederler... Diğer yandaysa endişeler, tedirginlikler...
Demokratikleşme Paketi, bir yol haritası. Yeni bir anayasa değil, anayasa değişikliği veya kanun da değil. Yeni anayasaya giderken olumlu bir başlangıç, bir tür tramplen. Upuzun suskunluklardan sonra, birbirimizin sesini, hayat hikayesini, umudunu ve birikmiş kederlerini sahici anlamda işitebilmemiz için hep birlikte kuracağımız bir konuşma masası... Satır aralarında beni en çok heyecanlandıran ibaresi Başbakan Erdoğan’ın: “...Tartışmaya açıyoruz”... Hepimizin katılımını önemseyen bu ifade çok önemli.
Açıklanan Demokratikleşme Paketi’nin temel omurgasını; “ayrımcılığa karşı”, “eşitlikçi” tutum oluşturuyor. Adeta bir balkon konuşması mahiyetinde, olabildiğince geniş bir şemsiyeden, farklı kesimlere verilmiş mesajlarla dolu. Elbette yeterli bulunmayacak kısımları olacak, ama bu binaya hepimizin de koyacağı bir katkı bir harç olacaktır elbet.
***
Çanakkale’den Kafkasya’ya Yemen’e, ne kadar cephe varsa, hepsine şehit vermiş bir ailenin çocuğu olarak, “ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesinden hiç rahatsızlık duymamıştım. Kendimi “Türk” olarak tanımlamaktan kompleks duymadım, bunun dar anlamıyla bir etnisiteyi, ırkı işaret ettiğini de hiç düşünmedim. “Türk” mensubu olduğum milletin ismiydi, bir üst kimlikti çünkü benim için. Hatta sosyolojik bir tanımlamadan çok günlük yaşama dayalı bir hissiyattı Türk’lük. Pek çok İstanbul evinde olduğu gibi bizim evde de Türk; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş bir Hilal’di... Tam olarak açıklayamasam da bağıntısını; konuksever Ermeni ahbaplarımız, güzel Çerkes gelinler, inatçı Arnavut enişteler, görgülü Acem tanıdıklarımız, kibar Musevi komşularımız da aynı Hilal’in, aynı Türk’ün yanında buluşurduk. Kız Lisesi’ndeki Ermeni, Rum ve İtalyan arkadaşlarımı da sevgiyle hatırlıyorum, pek çoğuyla hala görüşüyoruz, 1983’te mecburi sabah jimnastiğinden sonra okuduğumuz bir çocukluk şiiriydi Andımız. Acaba ne düşünüyorlardı sabahları bu şiiri okurken, hiç sormamışım, onlar da anlatmamış... Müzikteki sus işareti gibi, es geçilen konuşulmamış, paylaşılmamış, kalbe gömülmüş, bazen ertelenmiş, bazen bileylenmiş ve birikmiş, derin boşluklar var hayatımızda...
Yeni Anayasa, Çözüm Süreci, Demokratikleşme Paketi, çarpıcı bir yüzleşmeyi de barındırıyor içinde.
“Bak” dedi bir kadın Van’da bana... Yanmış, büzüşmüş avuçlarını açarak gösterdi, “ne mutlu Türk’üm diyene budur benim için”... Evleri basılmış, ağabeyi aranıyormuş, “nerde olduğunu keşke bilseydik de söyleseydik” dedi. Aileyi toplayıp yanan sobaya ellerini bastırmışlar silah zoruyla. “Bastık avuçlarımızı ve ‘Ne mutlu Türküm diyene’yi okuduk avazımız çıktığı kadar...” Sonrası da var, ama bana yemin verdirdiği için anlatmayacağım, yaşadıkları benimle birlikte mezara gidecek. Anneannem için şehitler mirası, benim içinse temiz ve çocuksu bir bağlılık olan Andımız, niceleri için maruz kalınan bir işkence, onur kırıcı bir imha, hiçleştirme, yok sayılmaydı işte...
Bundan daha feci olanıysa... Bizim birbirimizi hiç işitmeyişimiz, birbirimizle hiç konuşmayışımızdı. Ama işte aynı gemideydik...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı iş, büyük cesaret istiyor. Şark İstiklal Mahkemelerinden Parti Kapatma davalarına kadar idam sehpalarıyla dolu 100 yıllık bir dava dosyasının içinden konuşuyor çünkü... Allah yardımcısı olsun, mazlumun duası da yoldaşı...