Mustafa KARAALİOĞLU
Mustafa KARAALİOĞLU
Tüm Yazıları

Ankara’da tek başına

12 Haziran 2011 genel seçimi, CHP’nin çok partili hayattaki ilk gerçek seçimiydi. Hiçbirisinde tek başına çoğunluk sağlayamamış olsa da 1946’dan beri defalarca seçime girdi. Birkaç kez koalisyon ortağı olmayı başardı; çoğu kez de muhalefette kaldı. Ancak, seçimleri kaybetmek CHP’yi gerçek iktidarın bir parçası olmaktan alıkoymadı. Dolayısıyla, hiçbir zaman CHP için seçim kaybetmek iktidarı kaybetmek anlamına gelmedi.

Asker-sivil bürokrasi sisteminin doğal lideri olarak her durumda yüzde 51’lik ağırlığı garanti altındaydı. Askerin ve yargının elindeki altın hissenin ortağı olarak tek partili sistemin devamlılığını sürdürmekte sorun yaşamadı. CHP’ye dayalı sistemin, halk tarafından seçilen iktidarlara üstünlüğünün ve egemenliğinin sayısız örnekleri vardır. Saymayalım... Sadece, 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminin 367 oy şartı bahanesiyle iptalini hatırlatmak yeter.  

Parlamento çoğunluğu ve toplumsal desteğe sahip olmak iktidar partisine yetmemiş; açık anayasa hükmüne rağmen cumhurbaşkanını seçememişti. Askerin baskısı ve Anayasa Mahkemesi marifetiyle süreç

CHP’nin müracaatı istikametinde neticelenmişti.

2010 Eylül referandumu ile askeri, bürokratik ve yargısal vesayet geriletildikten sonradır ki CHP takip eden ilk seçimde yani 12 Haziran 2011 genel seçiminde tek başına kaldı. Ne kadar oy alacaksa sistem üzerindeki gücü ve ağırlığı da o kadar olacaktı. Nitekim, bugün de görüldüğü gibi gücü sahip olduğu oy kadardır.

İstemediği bir gelişmeyi önlemek veya istediği bir adımı attırmak için asker ya da yargı desteğine müracaat edemez durumdadır.

Yani, CHP’nin hükmettiği alan bir demokrasi ve hukuk devletinde olması gerektiği gibi sandıktan aldığı destekle çizilmiştir.

Milliyet gazetesinde dün Pınar Ersoy’un Sinan Ciddi ve Berk Esen isimli iki genç akademisyenle yaptığı bir röportaj vardı. Umarım CHP yöneticileri sade ve soğukkanlı analiz için bu röportajı okumuşlardır.  

Ciddi ve Esen, Türkiye siyasal sistemini tanımlarken “veto oyuncuları” kavramını kullanıyorlar. Veto oyuncuları! Mesela, Anayasa Mahkemesi, mesela Cumhurbaşkanı... Ve Türkiye’nin özel şartlarından kaynaklanan ordu...

“Bunlar, AKP’nin ya da başka partinin bir konuda değişik adım atmasını engelleyecek ama meşruiyetini halktan almayan bir güce sahipti” diyorlar.

Röportajın o kısmını aynen aktarıyorum:

“CHP’nin veto oyuncularıyla ilişkisi neydi?

CHP bunlara meşruiyet sağladı. Baykal’ın CHP’si bunu yapmasaydı bu kadar uzun süre ayakta kalamazdı. CHP veto oyuncularıyla işbirliğine girdiği için seçmenler nezdinde sahip olduğu özgül ağırlığın çok daha ötesinde bir ağırlığa sahip oldu. Seçmenlerin yüzde 19’unun desteğini almış parti, yüzde 35’in oyunu alan partinin programını uygulamasını engelliyordu...

Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin veto oyuncularıyla ilişkisi nasıl?

Değişim süreci demokratik olarak meşru sayılamayacak kurumlar üzerinden muhalefet etmeyeceğini ortaya koyuyor. İlişkisini kesmesi oylarını artırsa bile bir süre siyasi ağırlığının azalacağına işaret ediyor.”

Bir itiraz... İlişkiyi kesmek CHP’nin tek taraflı kararı değildi; bir zorunluluktu. Ama zaten, ilişkinin bir şekilde bitmiş olması da tek başına CHP’nin sorununu çözmeye yetmiyor.

Ciddi ve Esen, sorunun çözümü; yani CHP’nin büyüyebilmesi için de artık sır olmayan “aklın yolu bir” öneriyi olabildiği kadar nazikçe dile getiriyorlar:

“Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok zorlanacağı nokta Kemalizm’in kazanımlarını eleştirmeden Kemalizm’in bazı unsurlarını, özellikle otoriter unsurların artık uygulanamayacağını aktarabilmesi, tabanını buna ikna edebilmesi...”

Son olarak bir de katkı... CHP’nin bu ikna mesaisinde 12 Haziran’dan bugüne geçen çok değerli zamanı akıllıca kullanabildiği de söylenemez.