İçinden geçtiğimiz sancılı sürecin yansıttığı bir olgu var. Birbirine yakın, hatta en yakın olanlar ayrılıyorlar. Siyaseten de değil, gönül kırıklıkları, rencide edilmeler, yaralanmalar, nezaket dışına çıkmalar, hatta edep dışına çıkmalar, ayrılıkları derinleştiriyor. Görünen o ki, bu ayrılıklar derin izler bırakacak ve siyaset-medya zeminlerinde tahribatlar yapacak.
AK Parti bünyesinde Sayın Bülent Arınç’ın durduk yere Sayın Cumhurbaşkanı aleyhine konuşması es geçilecek bir olay değildir. Tamam “Arınç ne yapmak istiyor” diye sorabilirsiniz ama Erdoğan karşısında AK Parti içinden yeni bir cephe oluşuyor. AK Parti kurucuları, bazı eski bakanlar da Arınç’la birlikte hareket ediyorlar. AK Parti tabanında değil ama AK Parti’ye yakın medyada, özellikle vakti zamanında Sayın Erdoğan’ın elinden tuttuğu belli başlı gazeteci ve yazarlar da bariz şekilde Arınç cephesinde saf tutuyor. Tercihini 11. Cumhurbaşkanı Sayın Gül ile birlikte yürümekten yana yapan yazar ve gazeteciler de Erdoğan’ın karşısındaki cepheye omuz veriyor.
Bir başka ayrılık, AK Parti ve Erdoğan’ı geçmişte hep birlikte desteklemiş liberal kanatta görülüyor. Kırılmalar, kırgınlıklar, karşılıklı ağır laflar, suçlamalar, fren sistemlerinin darmadağın olduğunu anlatıyor. Kavgada söylenmeyecek laflar zehirli oklar gibi sineleri parçalıyor. “Durun, bari siz yapmayın” diyecek olsanız ne duymak isteyen, ne de gereğini yapmak isteyen var.
Sadece AK Parti cenahında değil. CHP ve MHP cenahında da derinleşen, hırpalayıcı, tekrar kucaklaşmaları imkânsız hale getiren dağılmalar, çatışmalar var. İşte MHP, mevcut yönetim ile muhalifler mahkemelik oldular. Karşılıklı bakışlar öfke ile dolu. Ayrılmalara doğru, sertleşmelerle büyüyen restleşmeler, ortalığı yıkıp dökecek gibi...
İşte CHP. Baykal’ın son çıkışından sonra CHP’nin temellerinde hesaplaşma var. Suriye meselesinden, millilik-gayri millilik eksenindeki tartışmalara, terörle mücadeleden, fırtına toplarının bombardımanına kadar CHP’de tartışma büyüyor.
Görünürde, Erdoğan ve karşıtları diye bir cepheleşme, ayrışma olsa bile esasta millilik ve küreselcilik ekseninde savrulmalar yaşıyoruz. Kim tahmin ederdi ki, bu eksendeki ayrışmada, Arınç ile Baykal karşı karşıya gelecek ve Baykal “millilik” safında hükümetin yanında, Arınç ise “Küreselcilik” safında CHP’nin yanında görünecek...
Ben, “dış güçler hikâye” diyenlerden değilim. Şark Meselesi ile Osmanlı’nın parçalanmasından bu yana en az iki asırdır sınırlarımızla, içimizle, darbeler yoluyla kurulan vesayet/statüko rejimleriyle yönetimlerimize müdahaleye kadar dış güçler hikâye değil, gerçektir. Son dağılma, ayrışma, kopmalarda yabancı elin etkinliği ne derecedir bilemem. Ancak yaşadıklarımızı sadece dış güçlere bağlama kolaycılığının yanlışını da, zararını da, hatta tehlikesini de gözardı edenlerden de değilim...
Dış güçlere sözümüz geçmez, olmaz da zaten. Ama kendimize dönüp iki maddelik bir mutabakat metni teklif edebiliriz.
1. Demokratik siyasetten yana olmalıyız. Seçilmiş insanlardan, milletin iradesinden yana tavır koymalıyız. “Sandık her şey değil” deyip, kimse kayıt dışı siyasete pirim veremez. Mesela Paralel Devlet yapılanması konusunda, hukuk dışına çıkmalar, kurunun yanında yaşın yanması yanlışlarını söyleyelim amenna ama öncelikle “kimse seçilmiş iktidara savaş açamaz, devletin içine sızıp yönetimi yönlendiremez, HSYK’yı falan ele geçiremez” diye gürlemeliyiz... “Seçilmiş irade mi? Yoksa haklılığı kendinden menkul otonom ve taşeron yapılar mı?” tercihinde hiç tereddüt etmeden “seçilmiş irade” demeliyiz.
2. Üslup konusunda edep, nezaket ve hatır dairesi içinde kalınmalıdır. Üslup güzelliği korunmalıdır. Tek bir ölçü var: Yarın yüz yüze gelindiğinde yüzler kızarmamalıdır. Kim haklı kim haksız meselesi zamanla ortaya çıkacaktır, çıkıyor... Düşünce özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti hakkı adına her şeyi konuşalım, söyleyelim ama kin ve nefret saçmadan... Eleştiri yapalım ama düşmanlık yapmadan...
En yakınların ayrılması, savrulması hiç hayra alamet değil...