Atatürk romantizmi

Atatürk’ün ölüm yıldönümü bu yıl tüm yurtta rekor bir katılımla anıldı. Tuhaf bir cümle oldu sanırım. Şöyle izah edeyim; 10 Kasım 2011’de Anıtkabir’i 180 bin civarında kişi ziyaret etmiş, bu sayı bir sonraki yıl 400 bin küsur kişiye çıkmış, nihayet bu yıl ise Anıtkabir’i ziyaret edenler 1 milyonu aşmış.

Türbe ziyaretlerine bi’dat diyenler olmakla birlikte Vahabi olmadığımıza göre Atatürk’ün mezarı ziyaret edilebilir. Ve zaten Cumhuriyetimizin mütemmim cüzü olarak algılanan Kemalizm öteden beri bu tür ritüellerle tahkim edilmiştir. Yani bünyeye ters bir durum yok.

Fakat ikide bir şikayete gitmek iyi olmuyor; ters gelen her şeyi Atatürk’ün ruhunun da istirahat ettiğini umduğumuz kabrine taşımak toplumun şikayet gibi kötü bir alışkanlık kazanmasına sebep oluyor.

Sonra şikayet edilenleri düşünün bir de; zaten yıllar yılı oturduğumuz tahta sıralarda hep onun mavi keskin bakışları altında ezilmişsiniz, o olmasaydı sizin de olmayacağınıza inandırılmışsınız...

“İlelebet payidar kalacak Cumhuriyeti” zayıflatmaya ve nihayet yıkmaya azmetmiş kişiler olarak onun “bir gün toprak olmuş naçiz vücuduna” şikayet ediliyorsunuz. Ne hissedersiniz?

Atatürk’e maruzatımız!

‘İyi öğretmen’ şikayet edeni sevmez. Bilir çünkü şikayetin yozlaştırıcı etkisini, alenen yapılmayan şikayetin ise ispiyon olduğunu. ‘Başöğretmen olarak Atatürk’ün bu şikayet mekanizmasını hoş göreceğini hiç sanmıyorum,’ bunu da ifade etmek isterim!

Tabii bir de şikayet maksatlı kabir ziyaretlerinin ve açık mektupların ve “unutmayacağız, unutturmayacağız” ların, “her zamankinden çok özlüyoruz”ların, “sensiz hiçbir şeyin tadı yok”ların, “mirasına sahip çıkacağız” ların romantizmini de konuşmak gerek. Bu romantizm aslında Cumhuriyetimizin ne gayretlerle kurulduğunu nakzeden bir içeriğe sahip. Giderek rasyonalitesini kaybetme, çocuksulaşma yahut artık dişleri dökülmüş yaşlılarda görülebilecek saflaşma halinin tezahürü...

Kötü bir şey mi hayır, ama faydası değil zararı var.

‘Ulus, Atatürk öksüzü’

28 Şubat döneminin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in 11 Kasım günü köşesini süsleyen “Nerde?” isimli şiirini okudum: “Toprağa kapanıp yitiyor/Acılı gökyüzü,/ Evren ışıksız, düşler boş/ Ulus, Atatürk öksüzü” Evet, biz iflah olmaz romantikleriz.

Yaşlandıkça olgunlaşacağımıza, romantikleşiyor ve çocuksulaşıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘gerçek bir ülke’ olmasına da müsaade etmiyoruz.

Tüm diğer ülkeler gibi gerçek sorunlarla boğuşsun, kurucu ideolojisini en azından rasyonelleştirsin.

Ne bileyim, müzmin müşteki olmasın da Kemalizmin Türkiye’ye nasıl bir ufuk vaat ettiğini anlatsın, Kemalizm adına yapılan darbelerin sebebi hikmetini açıklasın. Mesela Dersim’i açıklasın, “Şeyh Sait isyanı kötü bastırıldı, İstiklal Mahkemeleri’nde şöyle şöyle infazlar oldu ama hele bir sor neden” desin.

Bunca yıl Kürtçe’yi yasakladık, başörtülülere ikinci sınıf insan nazarıyla baktık ama bil bakalım niye, desin.

Anlatsın tane tane, belki anlarız biz de.

“Atam, ordudaki askerler kağıttan kaplan çıktı ama sen korkma gümbür gümbür geliyor sana layık Mustafa Kemal’in yeni askerleri” demekle olmuyor.

Boğazdan geçmeyen bir lokma gibi işte, insan ne yapacağını bilemiyor.

Yekta Güngör Özden’in “Nerde?” isimli şiirini okuyunca kızımın ilkokul ikinci sınıfta yazdığı 10 Kasım konulu şiiri geldi aklıma. Bir yarışma için yazmıştı. Kazanana ne vardı hatırlamıyorum ama zaten şiir son mısraları sakıncalı bulunduğu için okuldaki kuruldan geçemedi ve yarışmaya katılamadı.

Şöyle bitiyordu şiir:

“Atatürk’ümüz,

keşke o kadar çok sigara

içmeseydin,

keşke o kadar çok erken

ölmeseydin...”

İki insan, iki şiir; biri 80’inde diğeri 8’inde.

Boşuna dememişler insan yaşlandıkça çocuklaşır diye...