Nereden geldiðinizi (artýk!) bilmiyorsanýz nereye gittiðinizi kestirmeniz de (artýk!) kolay deðildir.
Ferdler için doðru olan bu durum ülkeler için de geçerlidir.
Kendimizden bir örnek verecek olursak; Atatürk’ün yönetimindeki Türkiye nereden geldiðini çok iyi biliyordu. Buna baðlý olarak nereye gitmek istediðini de kararlý bir tavýrla tesbît etmiþdi. Yüce Önder bu rota üzerinden yola çýkarken, bâzý yol arkadaþlarýnýn bir süre sonra tereddüde kapýlmasýný önlemek amacýyla geride kalan güzergâhý tahrîb etme karârýný da vererek elinden geldiði kadar uyguladý. Geri emniyeti bakýmýndan bu yapdýðý belki doðruydu ama netîceten ortaya hâfýzasýz bir toplum çýkdý.
Nereden geldiðini bilmeyen, sanki yakýn bir geçmiþde, muhtemelen 19 Mayýs 1919’da âdetâ gökden zembille inmiþ gibi Anadolu Bozkýrýnýn ortasýnda peydâ oluvermiþ insanlar...
Müteâkýben, bu insanlarý büsbütün mâzîden yoksun býrakmamak amacýyla onlara bir mâzî de ayarladý:
Kimbilir ne zamandan beri hâfýzalarýmýzýn dýþýna ittiðimiz çocukluk yýllarýmýz.
Bu çözüm iyiydi hoþdu ama bir ufak kusûru vardý: Bizleri alýp meselâ yedi yaþýmýza kadar getiriyor, sonra ansýzýn oradan koparýp 30/35 yaþlarýnda bir adam olarak þimdi bulunduðumuz coðrafyada tekrar hayâtýn içine salýyordu. O zorla hayâtýmýzdan kazýnan yýllar içinde tekmil müktesebâtýmýz da vardý... Konuþduðumuz dil, bildiðimiz yabancý diller, müziðimiz, mîmârîmiz, edebiyâtýmýz ve daha nice âile yâdigârlarýmýz...
Bunlarýn yerine bizlerden büyük bir cehd ile yeni bir anadil edinip yeni yabancý diller, yeni bir müzik öðrenmemizi, yeni bir mîmârî ve yepyeni bir hayâta yelken açmamýzý istedi.
Bizler bunlara zâten teþne idik ama geride kalan ne varsa yakýp yýkarak deðil.
Neyse, olmuþun kötüsü olmaz demiþler... Bizler de bu olup bitenlerden ötürü nevmîdîye kapýlmýþ deðiliz.
Bil’akis, þimdi Türkiye’de olup bitenleri bir tür “Rönesans” olarak deðerlendirmek bence doðru olur.
Bir gerzek mîrasyedi zihniyetiyle onyýllar boyu saçýp savurduðumuz servetimize yeniden sâhib çýkarak herþeyi bir kere daha derleyip toparlýyoruz.
Belli olmaz, belki buna ayný savurganlýkla hebâ etdiðimiz coðrâfî servetlerimiz de dâhildir... Önasya yeniden þekilleniyor ve bizler bu þekillenmede bu sefer “tümleç” deðil “özne” olacaðýz!
Phoenix gibi kendi küllerinden tekrar doðan bir millet!
Ne güzel bir hayâl!
Üstelik uçuk bir hayâl de deðil, ayaklarý sapasaðlam yere basan bir hayâl...
Ben Türkiye’nin bu hayâli er veyâ geç, ama daha ziyâde “er” gerçekleþdireceðinden emînim.
Tek endîþem bunu yaparken Yüce Önder’e biraz fazlaca güvenmemiz...
Hikâyeyi bilirsiniz:
Bir adam her cumartesi akþamý câmiye giderek kendini hebâedercesine ve salya sümük duâ edermiþ “Tanrým, ne olur, yalvarýrým, bu hafta piyangodan büyük ikrâmiye bana çýksýn!”
Fakat bu duâsý yýllardýr yerine gelmiyormuþ. On yýl, yirmi yýl, otuz yýl... Adam yaþlanmýþ, neredeyse yakýnda ölecek.
Bu durumda melekler Yüce Tanrýya yönelerek ricâ etmiþler:
“Ey Rabbimiz, ne olur inâyet eyle de þu fakîr kulunun bir kerecik büyük ikrâmiyeyi kazanmasýný saðla!”
Yüce Tanrýnýn cevâbý, günün moda kelimesiyle mânîdar:
“Saðlayacaðým saðlamasýna ama Herif bir türlü akýl edip de bir bilet satýn almýyor ki!”
Demek istediðim Atatürk bizim millî Telli Babamýz deðil!