Prof. Talip Küçükcan: Avrupa ülkeleri ‘suçun şahsiliği’ ilkesini unutmamalı

7 Ocak’ta Paris’in göbeğinde 7/24 korunan Charlie Hebdo mizah dergisine yapılan silahlı saldırıda 12 kişinin hayatını kaybetmesiyle dünyanın 11 Eylül sonrasında olduğu gibi yeniden bir türbülansa girmesi tehlikesi belirdi. Ne olduğunu, ne olması gerektiğini ve Avrupa’da yükselen PEGİDA hareketini Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Talip Küçükcan ile konuştuk.

 

 

Yüksek lisansını Londra Üniversitesi Orta Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu'nda, doktora eğitimini Sosyoloji ve Etnik İlişkiler alanında Warwick Üniversitesi'nde tamamlayan Küçükcan AGİT Müslümanlara Karşı Ayrımcılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Özel Temsilciliğini yürütüyor. Ortadoğu siyaseti, Türkiye-AB ilişkileri, Avrupa Birliği ülkelerindeki Türkler, din-devlet ilişkileri ve yükseköğretim politikaları konularında çalışan Küçükcan SETA bünyesinde üç ayda bir yayımlanan İngilizce hakemli dergi Insight Turkey'nin de editörü.

Dünya Paris’te Charlie Hebdo dergisine düzenlenen ve 12 kişinin ölümüyle neticelenen saldırı Ortadoğu’da yeni bir isim - cisim de kazanan “İslamcı terör”ün Avrupa’ya sıçraması olarak değerlendirilebilir mi?

Avrupa’da 2004 yılında Madrid’de ve 2005 yılında Londra’da Paris’tekinden daha geniş çaplı terör saldırıları gerçekleşmişti. Madrid saldırılarında 191, Londra saldırılarında ise 52 hayatını kaybetmişti. Her iki şehirdeki terör saldırıları da Müslüman kimliği olanlarca gerçekleştirilmişti. Yani Batı medyası ve siyasi elitinin zihinlere işlemeye çalıştığı “İslamcı terör” Avrupa’ya yıllar önce uğramıştı zaten. Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı 1950’lerden bu yana Fransa’nın uğradığı en fazla can kaybına neden olan saldırı olduğu için geniş yankı yaptı.

KARİKATÜRLER ÖNCE DANİMARKA’DA YAYINLANDI

Charlie Hebdo’ya tekbir eşliğinde saldırıldı ve akla gelen ilk şey derginin 2006-2011’de yayınladığı Müslümanları rencide eden karikatürler oldu. Ama bunun üzerinden yıllar geçti. Henüz netlik yok ama sizce sebep bu mudur ya da bahane mi edilmiştir?

Charlie Hebdo dergisi Müslümanların en kutsal değerlerine saygısızlık yapan ve aşağılayan karikatürleri aslında Danimarka’da yayınlanan Jyllands-Postengazetesinden alarak yayınladı. Jyllands-Posten genel yayın yönetmeni tepkiler üzerine özür dilemesine ragmen Charlie Hebdo 2011 yılında yeniden yayınladı bu karikatürleri ve aynı yıl bir saldırının da hedefi oldu. Ancak saldırganların tekbir getirmeleri olayın arkasında neyin ve kimin olduğuna karar vermek için yeterli değil. Medyaya yansıdığı kadarıyla saldırganlar kimliklerini kullandıkları araçta unutmuş, biri daha önce terör suçuna bulaştığından hüküm giymiş, ellerinde de kolayca edinilmeyecek silahlar var. Bu da söz konusu terör saldırının arkasında hangi güç ve örgütlerin olduğu sorusunu gündeme getiriyor.

AVRUPA’NIN DEĞİL FRANSA’NIN 11 EYLÜL’Ü

Saldırıyı Yemen El Kaidesi üstlendi. Detayları ortaya çıkacaktır ama saldırganların ölü ele geçirilmesi ayrıca tartışılıyor. Şunu sormak isterim: 11 Eylül öncesinde Ortadoğu politikaları nedeniyle Amerika dışında yükselen bir öfke vardı ama Amerika’da fiili İslam düşmanlığı görünmüyordu. Hâlbuki Avrupa’da yükselen bir yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı durumu var. Bu durumda “Paris saldırısı için Avrupa’nın 11 Eylül’ü” denebilir mi?

Hayır. 2004 ve 2005’te Madrid ve Londra’da Paris’tekinden daha büyük terör saldırıları oldu. Bu nedenle Avrupa’nın 11 Eylül’ü denemez. Ancak Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak tanımlanabilir. 11 Eylül 2001 ABD saldırıları küresel bağlamda okunabilir. ABD’deki Müslümanların tepkisi olarak okunamaz. Daha ziyade ABD’nin İslam ülkelerindeki siyasetine duyulan bir tepkidir ve özellikle de yarattığı sonuçlar itibarı ile 7 Ocak saldırısından çok daha derin sonuçlar doğurdu, örneğin Irak işgal edildi, terörle küresel mücadele adı altında aslında İslam ile mücadele dönemi başladı. Bu açından bakıldığında 11 Eylül öncesi ve sonrası bir dünyadan bahsedilebilir. İslam ve Müslümanlar güvenlikleştirilmiş, yani bir tehdit unsuru olarak görülmeye başlanmış, İslami gruplar istihbarat örgütlerinin takibine alınmış, terörle mücadele yasaları sivil hakları daralacak sonuçlar doğurmuş, dini inançlarına göre insanların profilleri çıkarılmış, yani fişlenmiş, hatta çoğu Müslüman olan riskli yolcu listeleri hazırlanmış ve bu kişilere uçuş yasağı konulmuştu. 11 Eylül sonrası hem ABD hem de Avrupa’da İslam ve Müslümanlara yönelik önyargılar ve ayrımcılık belirgin biçimde arttı. 7 Ocak da kuşkusuz Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki Müslüman azınlıklar açısından önemli sonuçlar doğuracaktır ancak 11 Eylül kadar küresel bir etki yaratması olası görünmüyor. Diğer yandan Müslümanlara karşı kalıp yargıları ve özcü düşünceleri pekiştireceğini tahmin etmek zor değil bu saldırıların.

AŞIRI SAĞIN PROFİLİ DEĞİŞİYOR

Olaydan öncesine, Ekim’den beri devam eden PEGİDA hareketine gelmek istiyorum. Avrupa’da İslam karşıtlığında görünür bir artış zaten vardı, Charlie Hebdo saldırısıyla buna benzin dökülmüş oldu. Bu düşmanlık nerelerden beslendi de bu boyutlara vardı?

Avrupa söz konusu olduğunda Charlie Hebdo saldırısı en fazla aşırı sağ, ırkçı ve yabancı düşmanlığı üzerinden siyaset yapan partilerin işine yarayacaktır. İslam karşıtlığı tabanının bu tür partiler üzerinden genişlemesi gözlenecektir, bunun ilk işaretlerini PEGİDA hareketine destek verenlerin sosyo-ekonomik statüleri gösteriyor zaten. Son yıllara kadar PEGİDA benzeri hareketlere katılanlar veya aşırı sağcı ve ırkçı partilere katılanlar veya oy verenler toplumun pek onaylamadığı, eğitim ve ve gelir düzeyi düşük sosyo-ekonomik grupta olanlardı. Bugün ise yabancı düşmanı grup ve siyasi hareketlere katılanların profili değiştiği, iyi eğitimli, gelir düzeyi yüksek orta sınıftan da katılımlar olduğu görülüyor -ki asıl kaygı uyandıran da bu. Charlie Hebdo saldırısı İslam karşıtlığını kuşkusuz artıracaktır. Zaten 7 Ocak, yani saldırının gerçekleştirildiği gün twitterde açılan ‘killallmuslims’ (Bütün müslümaları öldürün) başlıklı hashtag 15 dakika içerisinde trend sıralamasında ikinci sıraya yükseldi. Sosyal medyanın da etkisi ile İslam karşıtlığı hızla yayıldı, bir başka ifade edile ile var olan potansiyel ortaya çıktı.

KÜRESEL BİR PROJENİN AVRUPA AYAĞI

Yabancı düşmanlığı olarak tanımlanıyordu aslında yakın zamana kadar Avrupa’daki rahatsızlık. Şimdi adlı adınca İslam / Müslüman düşmanlığı deniyor. Buradaki evrilmenin sebebi ne?

Avrupa kimliği dört ana unsur üzerine inşa edildi. Antik Yunan, Roma, Yahudi-Hristiyan kültürü ve seküler modernizm. Avrupa’da 15 milyona yakın Müslüman olmasına karşın İslam Avrupa’nın kimlik kaynakları arasında yoktur ve onun en belirgin ‘ötekisidir’. Yabancı düşmanlığı genel bir kavram olarak hala kullanılıyor ve göçmen karşıtlığına yaslanıyor. İslam karşıtlığı ise Müslümanların kamusal alana girmeleri, vatandaş olarak talepte bulunmaları, Avrupa dışı Müslümanlar ile dayanışma eğilimi taşımaları nedeniyle billurlaştı. Yeni bir olgu değil İslam karşıtlığı, 1997 yılında İngiltere’de yayımlanan Islamophobia: A Challenge for Us Allbaşlıklı rapor yıllar once İslam ile ilgili olumsuz yargıların toplumda yaygın olduğunu gösteriyordu. 11 Eylül kuşkusuz bunları artırdı ve yaygınlaştırdı. Bunları görmek için de merkezi Viyana’da bulunan Temel Haklar Ajansı’nın İslamofobi raporlarına bakmak yeterli olacaktır. Eğer biraz daha geri gidip Avrupa’nın zihin dünyasında nasıl bir İslam imajı vardı ve bu imaj nasıl inşa edildi sorularının cevaplarını merak ediyorsak Edward Said’in Oryantalizm ve Haberlerin Ağında İslam başlıklı eserlerine bakmak yeterli olacaktır. Diğer yandan soğuk savaş sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde İslamın Batı değerleri ile çelişen ve onu tehdit eden yeni bir düşman olarak sunulduğunu hatırlamakta yarar var. Dolayısıyla yabancı düşmanlığının İslam karşıtlığına evrilmesini küresel bir projenin Avrupa’daki uzantısı olarak okumak yerinde olacaktır.

BATININ KORKULARINI TETİKLEDİLER

PEGİDA’nın açılımındaki (Avrupa’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) “Avrupa’nın İslamlaşması”ndan ne anlamalıyız? Göçmen nüfusun yerli nüfusu dengelemesinden mi korkuluyor, Hıristiyan Avrupalıların İslam’ı seçmesinden mi, neden?

Avrupa ülkelerinin siyasal ve toplumsal yapıları büyük oranda sekülerleşmiş, dini ya sınırlamış ya da tamamen sembolik bir değere dönüştürüp siyasal ve kamusal alanda etkisiz hale getirmiş vaziyette. Ancak Müslümanların bu ülkelere gelişi, inanç ve değerlerini kurumsallaştırmaya başlamaları ile beraber bir sorgulama dönemi başladı. Yani İslam dinamik bir kimlik kaynağı olarak hayatın içinde yer alan, Müslüman bireylerin toplumsallaşmasını, kimliklerin korumalarını ve bunu da ötesinde geldikleri ülkelerdeki Müslümanlar hatta hiç görmedikleri ve bilmedikleri İslam ülkelerindeki Müslümanlar ile psikolojik bağlar kurmuş, küresel bir İslami ulus aşırı (transnasyonal) topluluğun (ümmetin) üyeleri oldular. Avrupa’nın kimlik değerleri İslam kimliğini eritemedi, asimile edemedi ve kendi içinde yok edemedi. Avrupalılar kendi dinlerinden kopup sekülerleşirken, Müslümanlar tam tersine inançlarına bağlanmış; Avrupa’da kiliseler cemaatsizlikten kapanırken Müslümanlar Londra, Paris ve Berlin gibi metropoller dahil pek çok şehirde camiler inşa etmeye, Cuma namazlarında sokaklara taşarak seküler kamusal alana görünmeye başladılar. Bu gelişmelere ilaveten Müslüman nüfusun hızla artarak demografik yapıyı değiştireceği iddiası ortaya atıldı. Örneğin ünlü Yahudi Profesör Bernard Lewis Alman Die Welt gazetesine verdiği demeçte yüzyılın sonunda Avrupa’nın Müslüman olacağını ifade ederken Batılıların korkularını tetikliyordu. Bat Ye'orise Eurabia: The Euro-Arab Axis başlıklı kitabında Avrupa’nın Araplaştırılıp İslamlaştırılması projesinin varlığından bahsediyordu. Nihayet 7 Ocak günü yayınlanan Michel Houellebecq’in Teslimiyet (Soumission) başlıklı çalışması roman formatında da olsa 2022 yılında Fransa’nın bir Müslüman cumhurbaşkanı tarafından şeriatle nasıl yönetileceğini, üniversitelerde Kur’an derslerinin zorunlu olacağını ve kadınların başörtüsü takmaya zorlanacaklarını anlatıyor. Avrupa’nın İslamlaşmasını bu bağlamlarda yorumlamak doğru olur.

AVRUPA NÜFUSU 500 MİLYON, MÜSLÜMANLAR 23 MİLYON

Avrupa’nın İslamlaşması korkusu gerçek bir korku mu peki? Somut istatistikî bilgiler var mı elimizde?

Avrupa 500 milyonluk bir nüfusa sahip. Balkanlar dahil Avrupa’da 23 milyon Müslüman var. Türkiye’de üye olursa 100 milyonluk bir Müslüman nüfus olacak k bunun bir kısmı seküler bir kısmı da kültürel Müslüman, yani bir risk teşkil etmez. Mevcut nüfus artış trendleri ile Müslümanların çoğunluk olması ihtimal dışı. Ancak Müslümanları dinlerini daha fazla önemsedikleri ve talepte bulundukları için dikkat çekiyor. Bir korku olduğu doğru ancak bunun somut ve rasyonel gerekesini bulmak mümkün değil demografik açıdan.

KRİZLERİN FATURASI YABANCILARA KESİLDİ

PEGİDA hareketinin tabanda bu kadar yayılmasını kolaylaştıran ne oldu peki?

Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı krizlerin PEGİDA’nın yükselmesinde önemli payı var. En önemli neden sosyal devlet geleneğindeki kırılmalar ve refah devletinin gücünü yitirmesi. Bunun çok ciddi ekonomik ve sosyal yansımaları oldu. Kriz dönemlerinde hedef tahtası hep yabancılar oluyor. Geçmişte de böyleydi bugün de. İşsizlik oranlarının artışı, refah payının küçülmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerindeki gerileme gibi sorunların bir kısmı yabancılara ve ötekilere atfediliyor. Sağ ve ırkçı siyaset de bu söylemleri yayıyor, besliyor ve bundan nemalanıyor. Bir diğer önemli neden ise İslam ve Müslümanların bir tehdit kaynağı olarak görülmesi ve gösterilmesi. Bir yandan Avrupa’da doğup büyüdüğü halde Suriye ve benzeri ülkelerdeki örgütlere katılım, diğer yandan İslam ülkelerindeki meşruiyet krizleri, şiddet sarmalı gibi nedenler de PEGİDA ve benzeri hareketlere katılımı hızlandırıyor.

TÜRKİYE YASAKLARIN, AVRUPA ÖZGÜRLÜKLERİN ÜLKESİYDİ

Avrupa’da radikal sağ hızla yükseliyor. “Öteki” ile eşit ve tüm özgürlükleri kullanarak yaşamanın hukukunu yazan yaşlı kıta bu yükselişin önünü alabilecek mi peki? Yoksa teslim mi olacak?

Bugün Avrupa’nın karşılaştığı en büyük meydan okuma kendisinden farklı olan ile bir arada yaşama, uzun yıllardır üretip yaymakla övündüğü eşitlik ve çoğulculuk ilkelerini koruma ve yaşatmadır. Özellikle Müslümanlar söz konusu olduğunda Avrupa’nın baskıya maruz kalan Müslüman aydınlara kucak açtığını, kendi ülkesinde dinini ve inancını yaşayamayanlara daha özgür ortam sağladıkları biliniyor. Örneğin Türkiye’de üniversitelerde mescit açılması söz konusu bile olmazken 1990’larda biz İngiliz üniversitelerinde lisansüstü eğitim alırken üniversite yönetimlerinin ibadet için kullanılmak üzere yer tahsis ettiklerine, yine Türkiye’de başörtüsü yasağı nedeni ile yurt dışına gitmek zorunda kalanlar olduğunu tanıklık ettik. Bu dönemde çok sayıda kız öğrenci örneğin Avusturya’ya giderek giyim kuşam engeline takılmadan üniversiteye kaydoldu. Ancak Avrupa’da İslam’ı resmen bir din olarak kabul eden ilk ülkelerden biri olan aynı Avusturya’nın yeni bir İslam Yasası taslağı hazırlayıp meclise gönderdiği ve bu yasanın geçmişteki tüm kazanımları ortadan kaldıracak hükümler içerdiği de bir vakıa. Yani bir geriye gidiş ve özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu. Terör ve şiddet olayları ne yazık ki bu tür anti-demokratik girişimlerin meşrulaştırılması için kullanılıyor.

GÖÇMENLER GERİ DÖNECEK SANDILAR

1950’lerden 60’lardan sonra göçmen işçi kabul eden Avrupa ülkeleri onların kalıcı olduğunu, sorunların arttığını görmekte ve tedbir almakta neden bu kadar gecikti? Almanya bile entegrasyon politikalarına daha dün sayılır, 2000’lerin başında başladı.

Almanya en çok göç alan ülkelerden biri olarak uzun yıllar bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmedi. Almanya ve diğer pek çok ülkede genel beklenti göçmenlerin belirli bir süre çalıştıktan sonra ülkelerine dönecekleri yönünde idi. Ancak aile birleşimi, ikinci ve üçüncü kuşakların ortaya çıkması yerleşme eğilimini artırdı. Göçmenler bu süreçte dini ve kültürel ihtiyaçlarını da kendileri karşılamak durumunda kaldı, gettolarda yaşamak zorunda bırakıldı. Çünkü göçmenlikten yerleşik hayata geçişi ilgili ülkeler görmemekte ısrar etti. Entegrasyon politikası geliştirilmedi. Her grup kendi camiini inşa etti, din görevlisini kendi ülkesinden getirdi, hatta geldikleri ülkelerin dini gruplaşmalarını bile bu ülkelere taşıdılar. Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkeler ihmal ettikleri toplulukları arasında ortaya çıkan sorunları görünce son yıllarda yeni arayışlara girip İlahiyat Fakülteleri açma, din görevlisi ve din eğitmenlerini bu ülkelerde yetiştirme projeleri başlattılar. Ancak bu çabaların kısa sürede sonuç vermesi kolay olmayacaktır.

SUÇUN ŞAHSİLİĞİ UNUTULMAMALI

Bu olaydan sonra Avrupa’daki Müslümanlar için hayatın biraz daha zorlaşacağı anlaşılıyor. O zorlukları azaltmak, saldırının doğuracağı sonuçları zayıflatmak için ne yapmak gerekir?

Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük çoğunluğu yaşadıkları ülkelerin vatandaşı. Dolayısıyla ilk ve en önemli sorumluluk ilgili ülkelerin hükümetlerine düşüyor. Siyasi liderler tarafından suçun kişisel olduğu, Müslüman kitleye genellemenin ve onları zan altına bırakmanın yanlış olacağı vurgulanmalı. Müslüman vatandaşların can ve mal güvenliğinin korunacağı, bunun için gerekirse özel önlemler alınacağı ifade edilmeli, güvenlikçi bir dilden özenle kaçınılmalı. Diğer yandan İslam karşıtlığı ve düşmanlığı yayan söylemlerin nefret suçu kapsamına alınması ve Müslümanların hak ve hukuklarının korunması için yasal düzenlemelerin yapılması yerinde olacaktır.

GETTOLARINIZDAN ÇIKIN, KAYNAŞIN

Avrupa’da yaşayan Müslümanlara düşenler neler?

Avrupa’nın siyasal, sosyal ve kültürel hayatına daha fazla katılmak, her platformda kendilerini temsil etmek, daha iyi örgütlenmek, Avrupa kimliği ile Müslüman kimliğini melezlemek, bu kimlikle sanat, bilim, ekonomi ve siyasetin içinde yer almak, mekânsal ve düşünsel gettolardan çıkmak bu görevler arasında sayılabilir. Bu bağlamda ilgili ülkelerdeki medya ve aydınlara da yapıcı bir dille söylem inşa etme görevi düştüğünü belirtmekte yarar.

AVRUPALI MÜSLÜMANLARIN ÇIKMAZLARI

Avrupalı Müslümanlar sivil toplum olarak hem İslamofobinin ateşini düşürecek hem de gençlerini radikal İslamcı terör örgütlerinden koruyabilecek bir imkana, örgütlenmeye, dirayete, ferasete sahip mi? 

Avrupalı Müslümanlar yeni yeni örgütlenmeye, sivil toplum kuruluşları oluşturmaya ve entelektüel sermaye biriktirmeye başladı. Yani henüz işin başındalar çünkü birinci kuşağın eğitimi ve donanımı örgütlenmek için yeterli değildi. Ayrıca öncelikleri de farklı idi. Son yıllarda yükseköğretim mezunu, siyasete katılan, ekonomik olarak ayakları üzerinde duran ve örgütlenen bir kitle ortaya çıkmaya başladı ancak bunlar arasında ciddi kopukluklar var ve enerjileri gençleri radikal İslamcı terör örgütlerinden koruyabilecek kadar güçlü değil. Özellikle İslam konusunda beslendikleri kaynaklar hala dışarıda ve bu önemli bir handikap. Avrupa’nın ortasındalar ana dini anlayışları hala başka ülkelerdeki fetvalardan besleniyor. Bu da bir başka çıkmaz olarak Avrupalı Müslümanları etkiliyor.

MÜSLÜMAN DÜNYA NE YAPMALI?

Genelde Müslüman dünyaya, özelde Türkiye’ye ne düşüyor bu çılgınlığın önünü almak için?

İslam ülkelerinin Avrupa Müslümanlarını yalnız bırakmamaları ama aynı zamanda onları etki altında bırakmak ve iç siyaset malzemesi olarak kullanmaktan kaçınmaları saldırının olumsuz sonuçlarını azaltacak adımlar olarak zikredilebilir. Küreselleşen bir dünya etkileşimin hızlı ve kolay olduğu bir dünya. İslam dünyasının Avrupa’daki Müslümanlar ile dayanışması bu açıdan önemli ve özellikle BM, AGİT ve AB nezdinde Müslümanların hak ve hukuklarının korunması amacıyla diplomatik girişimler sürdürülmelidir. İslam ülkeleri Avrupa Müslümanlarını devşirilecek birey ve gruplar olarak görmemeli. Kendi ülkelerindeki radikal gruplar ile Avrupalı Müslümanlar arasında iletişim ve ilişki kurulmasına engel olmanın yollarını aramalılar.

Peki Türkiye?

Avrupa’da hem radikal eğilimlerin Müslümanlar arasında taban bulmasının önüne geçilmesi hem de İslam karşıtlığının önlenmesi açısından bulunduğu konum ve temsil ettiği değerler itibariye Türkiye’ye özel görev ve sorumluluklar düşüyor. Birincisi Avrupa’da 6 milyona yakında Türkiye kökenli insan bulunuyor ve bu çok önemli bir beşeri sermaye olarak değerlendirilmeli. İkincisi Türkiye AB’ye üye olmaya çalışan, İslam ve Batı değerlerini bir arada yaşatan, Doğu ile Batı arasında siyasal ve kültürel köprü kuran bir ülke. Bu da önemli birikim olarak sorunların çözümlenmesi için mobilize edilebilir. Avrupalı devletlere düşen en önemli sorumluluk artık kendi vatandaşları olan Müslümanları her türlü nefret sucudan ve saldırıdan korumak olmalı, onları eşit birer vatandaş olarak topluma entegrasyonları için yeni politikalar geliştirmektir.

NETANYAHU NE DEDİ?

Saldırıya geri dönmek isterim. Dünyada taşların yerinden oynadığı ve yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğu anlaşılıyor. Özellikle de Ortadoğu’nun. Bu anlamda saldırıyı planlayanların amacı ne olabilir? 

Bu soruya bir soru ile cevap vermek yerinde olacaktır. Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı en çok kimin işine yarar? Bu saldırıların Müslümanların işine yaramadığı, hatta en çok İslam’a ve Müslümanlara zarar verdiği aşikar. O halde kimin işin yarar? Bir dergiye saldırı Fransa’yı dize getiremeyeceği, Charlie Hebdo benzeri dergi ve gazeteleri kapatamayacağı veya ‘ifade özgürlüğünün’ sınırlarını daraltamayacağı için bu saldırıların bir başka projenin parçası olup olmadığı geliyor insanın aklına. Eğer amaç Fransızları öldürmek olsaydı çok daha kalabalık bir yerde bu saldırı yapılabilirdi. Bunun yerine bütün maliyeti İslam’a ve Müslümanlara yüklemeyi kolaylaştıran bir hedef ve yöntem seçilmiş görünüyor. Elbette artık küreselleşen bir dünyada ideolojiler ve dini aidiyetler sınır tanımıyor ve etkileşimler oluyor. Böyle bir etkileşim de olabilir. Diğer yandan bu tür olaylar üzerinden yeni ittifak arayışları gözlenebilir. Nitekim İsrail Başbakanı Netanyahu yaptığı açıklamada Fransızların Filistinlilere destek vermemesi gerektiğini ifade etmiş. Bu bile üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır.

DİNİ KAVRAMLAR ARAÇSALLAŞTIRILIYOR

Olayın Ortadoğu’da özellikle Arap Baharı sonrası yaşananlarla ilgisi nedir?

Bölgede ortaya çıkan şiddet yanlısı örgütler faklı isimler altında ve birbirinden farklı olabilir. Hatta birbirlerine rakip dahi olabilir. Ancak savundukları görüşler ve eylemlerinin sonuçlarına bakıldığında bu örgütlerin hepsi aynı amaca hizmet edecek şekilde tasarlanmış gözüküyor. Bu da geniş toplumsal tabanı olan ve statükoyu değiştirmeyi amaçlayan İslami siyasal hareketlerin dünyanın gözündeki meşruiyetini zayıflatmak ve ortadan kaldırmak. Bu açıdan bakıldığında Ortadoğu’daki gelişmelerin yansımaları ile Avrupa’daki terör saldırıları arasında bir ilinti kurulabilir. Zira küresel entelektüel ve siyasal söylemi takip ettiğinizde görürsünüz ki bütün bu şiddet yanlısı örgütlerin yaptıkları son tahlilde İhvan, Hamas, Nahda ve AK Parti gibi toplumsal tabanı çok geniş ve dönüştürücü hareketlerin meşruiyetini ortadan kaldırmaya yönelik olarak kullanılıyor. Söz konusu örgütlerin başvurduğu terör ve şiddetin yöntemlerinin İslami bir dayanağı yok ancak dini kavramlar kolayca araçsallaştırılıyor. Diğer yandan şunu da görmezden gelmek mümkün değil: Küresel adaletsizliğin hüküm sürdüğü, Irak ve Afganistan’ın işgal edildiği parçalandığı, devlet ve güvenlik mekanizmasının çökertildiği bir dünyada da birilerinin şiddete dayalı tepkiler vermesinin siyasal ve sosyolojik zemini hazırlanmış demektir.

AMAN STATÜKO DEĞİŞMESİN DE…

Batı dünyası Arap Baharı’nın kışa dönmesi için -Mısır’da askeri darbeye arka çıkarak, Suriye’de yüz binlerce insanın ölmesine izin vererek, Ortadoğu’da IŞİD’e göz yumarak-  destek vermesinin bir bedeli olacağını öngörememesinin mantıki bir izahı var mı? Hele de 11 Eylül’ü sebep ve sonuçlarıyla birlikte tecrübe etmişken.

11 Eylül’den sonra ABD’de ve bu ülkenin başlattığı siyaseti takip eden Avrupa ülkelerinde terörle mücadele yasalarına sivil özgürlükleri ciddi manada kısıtlayıcı maddeler eklendi. Güvenlikçi bakış açısı hakim oldu. Bu bağlamda İslam ve Müslümanlar yeni tehdit unsurları olarak kurgulandı ve terörle mücadele adı altında İslam’a karşı bazen açık bazen üstü örtülü savaş başlatıldı. Diğer yandan bu ülkeler şiddet ve terör kendi sınırları dışında ve ötesinde kaldığı sürece, büyük oranda izledikleri politikaların sonucu ortaya çıkan adaletsizliklerin sürmesine göz yumdular. Bir tehdit hissettiklerinde de Irak örneğinde olduğu gibi meşru gerekçe olmadan işgal yöntemine başvurdular. ABD ve Avrupa için asıl tehdit terör örgütlerinden ziyade bölgede kurulan düzen ve statükonun bozulmasına yönelik tehdittir. Dolayısıyla buradaki hikâye, 11 Eylül’den sonra acaba terör bizim ülkemize gelir mi gelmez mi meselesi değil. Güvenlik önlemleri ile bu riskin ortadan kalkacağı inancı yerleşmişti. 11 Eylül saldırılarında ABD’de 2 bini aşkın inşan öldü. 2004 yılında İspanya’da yüz küsur kişi öldü. 2005 yılında ise İngiltere’de 52 kişi. Ama Ortadoğu’da İslam dünyasının öncülüğünü yapabilecek siyasi hareketlerin yükseliş trendine bakıldığında, buralarda iktidarların değişimine sebep olabilecekleri yani müesses nizamı sarsabilecekleri görülür. Bu değişim ve sarsılma mı acaba daha önemlidir yoksa terör örgütlerinin zaman zaman x, y, z şehirlerinde önlenebileceği varsayılan bomba patlatabilmeleri mi daha önemlidir?

KÖRFEZ SERMAYESİNİ TAKİP EDİN

Sizce?

Ben Batı için büyük resmin yani bölgesel düzenin ne pahasına olursa olsun korunması ve sürdürülmesinin daha önemli olduğu kanaatindeyim. Bugün Körfez ülkelerine ve Suudi Arabistan’a bakalım ve şöyle bir soru soralım: Bu ülkelerin sermayeleri, kaynakları, kapitalleri hangi ülkelere gidiyor ve nereye akıyor? Nerede yatırıma dönüşüyor? Kurulduklarından bu yana savaşmadıkları halde niçin ve nereden milyarca dolarlık silah alıyorlar? Bütün bunlar mevcut iktidarların tercihleri olarak devam ediyor ve etmesi de isteniyor küresel güçler tarafından. Diğer yandan İsrail mevcut düzen içerisinde meşruiyetini sağlamaya ve varlığını sürdürmeye çalışıyor. Bu düzen bozulduğunda ne olur sorusu bu noktada çok önemlidir. Küresel güçleri ve meşruiyet sorunu olan iktidarları kaygılandıran tam da budur. İşte bu düzenin sorgulandığı, bozulması ve değişmesi gerektiğinin tartışıldığı bir zaman dilimindeyiz. Peki kimin, hangi grupların statükoyu değiştirme potansiyeli, inancı, amacı ve toplumsal desteği var? Son yıllarda yükselen yeni siyasal aktörlere bakıldığında değişimin öncüleri olarak geniş toplumsal tabana ve desteğe sahip olan İslami kökenli hareketlerin muhalefet odağı olarak temayüz ettiğini görüyoruz. İşte bütün mesele, terör ve şiddet hareketlerini şu ya da bu şekilde İslam ve İslami hareketlere ile irtibatlandırarak değişimin önüne geçmektir. Hamas ve İhvan’a yapılan budur. Hatta AK Parti iktidarının Suriye’deki radikal hareketleri destekliyor iddiasının bu kadar yaygın dile getirilmesinin arkasında da aynı amaç vardır.

BATILILARIN HAYATI DAHA DEĞERLİDİR!

Amerika için, Avrupa ülkeleri için mevcut statükonun değişmesindense Newyork İkiz Kuleler’de iki bin kişinin yahut Paris Charlie Hebdo’da 12 kişinin ölmesi maliyet açısından daha tercih edilebilir oluyor, öyle mi?

Bunu söylemek zor zira insan hayatı her halükarda değerlidir, Batılıların hayatı ise daha da değerlidir. Irak’ta bir milyon, Suriye’de 300 bin insan hayatını kaybetti ama nedense Batılı bir ülkedeki terör saldırısı kadar gündeme gelmiyor, tepki yaratmıyor. Bakın Paris’te hayatını kaybedenler için yüz binler protesto yürüyüşü yapıyor. Güzel bir duyarlılık bu. Ancak ne Iraklılar ne de Suriyeliler için yüz binler yürümedi. Sorunuza gelince, ABD ve Avrupa aşırı özgüne sahip. Ortadoğu veya diğer bölgelerde takip ettikleri politikaların sonuçlarını doğru okuyamadılar. Kendi lehlerine kurdukları küresel sistemin ve dünyadaki siyasal dengelerin bozulmaması için her şeyi yapıyorlar. Bunun tahmin edemedikleri veya tahmin ettikleri halde nasıl olsa önleriz dedikleri bir maliyeti var. O da  terör eylemlerinin kendilerine yönelmesi. Eğer siz bir ülkeyi bölüyorsanız, bir ülkede şiddeti teşvik ediyorsanız, örgütler kuruyorsanız, bir ülkede baskıyı ve zulmü kurumsallaştırdıysanız, insanların geleceğini çalışıyor ve ipotek altına alıyorsanız bunun bir sonucu olacak demektir. Bu açık ve net.

SALMAN RÜŞDİ’DEN BERİ BİLİYORUZ

Dolayısıyla durup seyretmek yerine sorunu tespit etmek ve önlem almak gerekiyordu ama alınmadı?

Karikatür krizlerinin ne tür sonuçlar doğuracağını dünya 1998’den, Salman Rüşdi olaylarından beri biliyor aslında. Müslümanların kendi kutsallarına saldırıldığında ne tepki verdiği biliniyor. Birileri buna ifade hürriyeti diyebilir. Ama o ifade hürriyetinin kullanımı insanları sokağa döküyorsa ve şiddet sarmalına sebep oluyorsa o zaman ifade özgürlüğünü gözden geçirmemiz gerekiyor. Burada bütün standartları Avrupa veya Batı koyuyor ve bu standartlara bütün dünyanın uymasını bekliyor. Böyle bir Batı merkezli okumanın dünyayı yönetme konusunda sıkıntıları var. Zira artık sorgulayan ve talepkar siyasal ve toplumsal aktörlerin yükseldiği bir dünya var.

TÜRKİYE DAHA DA DİKKATLİ OLMALI

Peki. Paris saldırısından bir gün önce İstanbul Sultanahmet’te bir terör eylemi oldu ve bir polisimiz şehit oldu. Başka terör girişimleri de oldu İstanbul’da. Bu olayları Paris’teki terör saldırısıyla aynı başlıkta okumak gerekir mi? Bir Avrupa ülkesi olarak Türkiye de aynı İslamcı terörün hedefinde mi?

Her yer terörün hedefidir, ayrım gözetmez.

Ama Paris’le aynı gün Yemen’de de bir terör eyleminde 30 küsur insan öldü, hiçbir kıymeti olmadı!

Çünkü Yemen’in dünya siyasetinde ve bölge siyasetinde bir özgül ağırlığı yok. Ama Türkiye’nin var. Türkiye’deki bir terör eyleminin siyasete, ekonomiye, diplomasiye etkisi Yemen gibi, Suriye gibi, Afganistan gibi olmaz. O bakımdan Türkiye dengelerin değişebileceği ya da istikrarsızlaştırılabileceği bir ülke. Eğer böyle bir dalga Türkiye’ye doğru geliyorsa çok dikkatli olunması gerektiği kanaatindeyim. Kökeni İslami olan siyasal hareketler dünya siyasetinde rol almaya, ben de varım demeye başlar yahut şimdiye kadar sistemin –BM gibi- hiç eleştirilmeyen yapılarını eleştirmeye başlarsa kolay kolay yalnız bırakılmaz. O nedenle Gezi, 17-25 Aralık, 6-7 Ekim olaylarına sadece komplo teorileri diyemezsiniz. Sonuçta Türkiye’de seçimlerle götürülemeyen güçlü bir iktidar var ve bu iktidar birilerinin ayaklarına basıyor. Ak Parti’ye dün övgüler yağdıranlar 2010’dan itibaren nasıl oldu da değiştiler, AK Parti’ye acaba neyi kabul ettiremediler de fikir değiştiler? Elbette AK Parti de değişti, dünya sisteminin içinde kalarak değişti ama değiştirmek istediklerini de ifade etmekten vazgeçmedi. 

DOĞU BATI ARASINDA TÜRKİYE KİLİT ÜLKE

Türkiye siyasi elitleri Batıda yaşananların ve sistemin sıkıntılı noktalarını görüyor ve uyarıda öneride bulunuyor. Toplum da bu siyasete destek veriyor. Aynı şekilde Türkiye Doğuda, İslam coğrafyasında ve yakın bölgesinde yaşananlara ve sıkıntılara dair de öngörüde ve uyarıda bulunuyor. Dünyanın yaşadığı sıkıntıları aşmak konusunda sanki kilit ülke Türkiye?

Kesinlikle Türkiye çok kritik bir ülke. Sahip olduğu siyasi toplumsal sermayeye ve vizyona bakıldığında hem doğuyla ve İslam dünyasıyla konuşabilen, iç içe olabilen bir ülke hem de AB içinde yer almaya çalışan bir ülke. Dolayısıyla her iki tarafın dilini bilen, anlayabilen, sorunları görebilen bir ülke aslında. Liderleri de hem Doğuya hem Batıya açık. Zihinsel olarak Türkiye kendi içine kapalı bir ülke değil, gettoda yaşayan bir ülke olmaktan çoktan çıkmış durumda. Ekonomik olarak da dünyaya açılmış durumda. Türkiyeli işadamlarına baktığınızda dünyanın her tarafına gittiklerini görürsünüz. Bu, Türkiye’yi bu anlamda çok avantajlı bir konuma getiriyor fakat ne Türkiye ne de bir başka ülke tek başına bu bahsettiğimiz devasa sorunları ortadan kaldıramaz ancak çözüm önerileri sunabilir. Bunu zaten yapıyor. BM sistemini eleştirip orada mutlaka adil bir temsiliyete imkân veren bir değişiklik olmasını söylüyor. İslam İşbirliği Teşkilatının daha etkin olmasını, AGİT’in kritik konularda daha iyi çalışması gerektiğini söylüyor zaten. G20 dönem başkanlığında da çözüm önerilerini paylaşamaya devam edecek. Bütün bunları yaparken Türkiye’nin sahip olduğu en büyük gücü şu: Türkiye’de meşru bir iktidar var. Arkasına halkı almış bir iktidar olarak konuşabiliyor dünyaya. Ama aynı şeyi Suudi Arabistan, Kuveyt, ve Birleşik Arap Emirliği’nin yapması mümkün değil. Çünkü kendi ülkesinde meşruiyet problemi iktidarların gidip Fransa’yı, Almanya’yı eleştirmesinin anlamı yok. Buna kimse kulak asmaz. O yüzden Türkiye’ye düşen büyük bir sorumluluk var.

YÜKSELİŞİN ZEDELENMEMESİ LAZIM

Türkiye’nin kapasitesi buna her açıdan yeterli mi?

Türkiye’nin kapasitesi belirlidir ve sınırlıdır.  Bu bir zafiyet de değildir. Bunu aşmaya çalışıyor Türkiye. Örneğin Türkiye’nin İspanya ile ortak başlattığı Medeniyetler İttifakı Projesi çok önemli bir projedir. Bu projenin tekrar canlandırılması gerekir. Peki İslam dünyasında, iktidarlarını Batının korumasına borçlu olan siyasi aktörler Türkiye’nin bu kadar öne çıkmasından memnun olurlar mı? Olmazlar. Bu nedenle de Medeniyetler İttifakı Projesi’ne zayıf destek verdiler. Ama İslam dünyası sadece Araplardan müteşekkil değil. Endonezya, Malezya, Balkanlar ve Kafkasları kapsayan geniş bir alan var ve Türkiye yeni ittifaklar kurabilir. Türkiye’nin küresel sistem içinde dengeleri tek başına değiştirebilecek gücü ve örgütü henüz yok. Ancak önemli konularda değişime yönelik söylem üretmeye başladı ki bu da önemli bir potansiyeldir. Türkiye gücünü yeni ittifaklar veya mevcut olanları canlandırarak artırabilir. Bu anlamda mesela AB ile daha yapıcı bir dille konuşması gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman siyasetçiler çok sert konuşabiliyorlar, bazen gerekli de olsa bunun Türkiye’nin her zaman hayrına olmadığı kanaatindeyim. Avrupa 500 milyon nüfusu ile hali hazırda siyasi, ekonomik ve kültürel üretim merkezi. Büyük güç dengesizliklerinin olduğu bir dünyada Türkiye’nin tek başına her şeyi tek başına sırtlanması mümkün değil. Türkiye henüz yükselen bir ülke kategorisinde bunu sürdürmesi gerekir. Bu gidişatı zedelemeyecek politikalar takip etmesi sadece Türkiye açısından değil, Türkiye’yi ilham kaynağı hatta İslam dünyasının gelecekteki önemli bir lideri olarak görenler açısında da lüzumludur.