Avrupa’nın derdi Amerika’yla

Milletlerin de gururu olur; daha doğru tabirle izzetinefisleri. Küçümsenmeye, hor görülmeye karşı tıpkı insan tekleri gibi tepki verirler.

Avrupa’nın da böylesi ortak bir psikolojisi var. Kestirmeden söylemek gerekirse, Avrupa’nın derdi Amerika’yla.

Özellikle kıta Avrupa’sında kiminle konuşursanız konuşun Amerikalılar hakkında hayırhah bir kanaati ve temennisi olmadığını görürsünüz.

Dışarıdan bakıldığında aynı uygarlığın iki kanadı gibi görülen bu iki dünya arasında aşılması güç uçurumlar var. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızları Nazi Almanya’sının işgalinden kurtaran veya Batı Almanya’yı Rus işgaline karşı koruması altına alan Amerika’ya karşı ne Almanların ne de Fransızların hiç de müteşekkir görünmedikleri vakıa.

Avrupa Birliği’nin ortaya çıkışında bile bu psikolojinin etkisi olduğu bir gerçek. Almanya ve Fransa başta olmak üzere birleşik bir Avrupa fikrine gönül veren ülkeler için ABD’nin eski kıta üzerindeki hegemonyasına son verme arzusu AB projesinin en temel motivasyon kaynağıydı.

Her ne kadar ABD başka sebepler yüzünden Avrupa’nın birleşmesi girişimini desteklemiş olsa da Avrupalıların “Birlik”ten beklentileri arasında Atlantik ötesindeki gücün bu yakadan elini çekmesini sağlamak da vardı. De Gaulle bu yüzden İngiltere’nin üyelik başvurusunu iki kere veto etti. “İngiltere” diyordu General, “Amerika’nın bir uydusudur. Avrupa Birliği’ne şayet girerse orada da Amerikalıların Truva atı görevini yapacak ve Avrupa hiçbir zaman bağımsız kalamayacaktır.” Yeterince açık değil mi?

(Aslına bakarsanız, Türkiye’nin AB üyeliği önüne çıkarılan engeller de kısmen aynı gerekçeye dayalıydı. Ama bu mesele şimdilik “bahs-i diğer”...)

Avrupa ile Amerika’nın karşı karşıya geldikleri çok örnek var. Hatta bunlardan bazıları bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etti. Mesela 1956’da gerçekleşen Süveyş Savaşı’nda ABD rakibi Sovyetler birliğiyle beraber hareket ederek en yakın müttefikleri olan İngiltere, Fransa ve İsrail’e karşı cephe almıştı.

Son örnek Irak İşgali sırasında yaşanan çatışmadır. ABD’nin Irak’ı işgaline destek vermeyen, hatta engellemeye çalışan Avrupa devletleri ABD Başkanı’nın ağzından “düşman” ilan edilmiştir.

2009’da ABD Başkanlığına henüz seçilmiş ve dolayısıyla hiçbir icraatı olmayan Obama’ya Nobel Barış Ödülü verilmesi boşuna değildi. Neo-con cemaatinin kontrolündeki Bush yönetiminin yerine gelen realist yönetime Avrupa’nın desteğinin ifadesiydi.

Nasıl ki 2009’da bu ödül Avrupa’nın mesajı olarak Obama’ya verildiyse, bu yıl da yine bir mesaj olarak Avrupa Birliği’ne verildi.

Nobel ödüllerinin bir “Avrupa kurumu” olduğunu akılda tutmak lazım. Uluslararası etki gücüne sahip kurumlar arasında Amerikalı olmayan az sayıda örnekten biri. Bu yönüyle Nobel ödülleri “Avrupa sistemi”nin aynalarından biri. O sistemin hem üstünlüklerini hem de zaaflarını yansıtıyor. Nobel Barış Ödülü’nün AB’ne verilme kararı da bugünkü Avrupa’yı yansıtıyor. Düştüğü çukurdan dışarıya “ben hâlâ ayaktayım” diye haykıran Avrupa’yı.

Evet, Avrupa bugünlerde pek de iyi durumda değil. Tarihin en büyük birlik projesi iflasla karşı karşıya. Hem ekonomik krizi atlatamadığı için hem de bu ekonomik krizle bağlantılı olarak siyasi birliğini gerçekleştirememiş olduğu bir kere daha ortaya çıktığı için. Ama Avrupa bu badireyi de atlatacağını düşünüyor.

Nobel Barış Ödülü Avrupa’nın hem kendi kamuoyuna hem de dünyaya vermek istediği “ölmedim, ayaktayım” mesajı.