Ayasofya'da bir akşam namazı...

Bu ruhu, 1994 yılından hatırlıyorum. 27 Mart gecesinde seçim sandıkları teslim edildikten sonra Yuşa Tepesine dua etmeye çıkmıştık arkadaşlarımızla. İşimiz her zamanki gibi Allah'a kalmıştı. Sessizce başarmak üzereydik işte ve kimseyi incitmemiştik hayatta.

Bu ruhu, Mavi Marmara'yı beklerken hatırlıyorum. Kimseyi incitmemiş gencecik şehitlerimiz vardı o gemide...

Bu ruhu, Ali İzzet Begoviç'i ahirete yolcu ettiğimiz günden hatırlıyorum. Çokça incitilmiş bir halka, özgürlük yolunda mihamandarlık eden bir bilge Kraldı o...

Bu ruhu, Mekke'de, Merve ile Sefa tepeleri arasında çıktığımız koşudan hatırlıyorum. Çokça incinmiş bir kadının Zemzem Nehrini bizlere hediye edişiyle başlamıştı büyük hikaye...

Bu ruhu, Ravza-i Mutahhara'da ziyaret sırası beklerken ki halimden hatırlıyorum. Çokça incinmiş, yoksul ve kısıtlı bırakılmış bir ümmetin, saf ve tertemiz bağlılığıyla, heyecanıyla hatırlıyorum...

Bu ruhu, Gazze'de Şifa Hastanesi'nde, paramparça olmuş bir halkın asil şehadet yürüyüşünden...

Arakan ve Yemen'deki Osmanlı Şehitliğindeki genç neferlerin, havada asılı kalmış, hala orada duran; "nasrun min Allahi ve fethun garib' nidalarından hatırlıyorum...

13 Mayıs 2023 akşamı Ayasofya-i Kebir Camii'nin mahyaları andıran hafif sönük, kandil rengiyle ortalığı ılgın ılgın aydınlatan ışıkları altından yazıyorum. Hz. Hüseyin'in ismi şerifinin yazılı olduğu dairevi hat levhasına bakan taraftan, kubbeden inen ve yüzlerce yıldızı andıran ışıkların altından... Bir bahar rüzgarının sağa sola hareket ettirdiği buğday başakları gibi, ilahi raksla savrularak; Allahu Ekber Allahu Ekber diyen insanlar...

Onların tek tek hayat hikayesini içinde toplayarak büyüyen bir imbik var sanki. Evlerinden, iş yerlerinden, sokaklardan koşarak çıkmışlar. Aralarında ne boy, ne soy, ne para, mal, mülk ayrımı kalmış... Aralarındaki mesafe ve farklılıklar yitmiş gitmiş, hepsinin kalpleri tek tek birleşerek, sanki caminin kubbesinde çınlayan bir ilahi avaza dönmüş... Allahu Ekber! Allahu Ekber!

Mahşeri bir kalabalık var bu akşam Ayasofya Camii'nde, hani Şu İmamı'nın Fatih Sultan Mehmet Han, müezzininin ise Cebrail Aleyhisselam olduğu çocukluğumuzda belki binlerce kere anlatılmış, ama her nedense tam 86 yıl Fatih Sultan Mehmet Han'a da, Cebrail Aleyhissselam'a da, onları çok seven tüm çocuklara da yasaklı, zincirli kalmış Ayasofya'da şu akşam namazının anlamı ne kadar da büyük! Sanki bulutların üstündeki şu ulu mabedde, bu akşamki büyük hatırlayış, cemaatin arasından bir Yeniçeri'ye, bir Çanakkale Şehidi'ne rastlayı verecekmişsiniz gibi, ruhlarla dolu bir akşam namazı... O büyük hatırlayışın denizinde cem oluşumuz. Cami'deki deniz ki o bazen göklerde dolaşır, bazen yeryüzüne iner ve her seferinde bazen meleklerden bazen insanlardan neferler arayıp durur kendine... Bu akşamın gün batımı kıyılarına, tekbir sesleriyle vuran o büyük hatırlayışlar denizi...

Bizimle birlikte ağlamayanların bilemeyeceği bir denizdir o... Bizimle birlikte itilmiş kakılmış, bizimle birlikte hakkı çiğnenmiş, ötelenmiş, yüzüne kapılar vurulmuş, okullardan, hastanelerden, otobüslerden atılmış olmayanların bilemeyeceği bir denizdir o deniz...

Biz, tüm bu hüzün anlarını biriktire biriktire geldik bugünlere.

Biz, tüm bu hüzün anlarını paylaştığımız arkadaşlarımızla geldik bugünlere.

Biz, büyük bir hüzünden, büyük bir dayanışma dağı ve gepgeniş bir arkadaşlık ovasına varanlarız.

Bizim yolculuğumuzda ben yoktur biz vardır... Bu yüzden Ayasofya'daki akşam namazında bizi biz kılan o ruhu selamladık...

Mahalle komşumuz Dürdane Teyze'nin ayakları tutmuyor, dünden beri onu nasıl götürüp, oy vereceği okula çıkarabilmenin planını yapıyor komşularımız. Bizim evimizin olduğu sırada 1 muhasebeci (karı-koca çalışıyorlar), 2 işportacı (eşleri ev hanımı), 1 profesör (eşi öğretmen), 1 mühendis (eşi öğretmen), 3 boya-badana- inşaat işleriyle uğraşan ustalar (eşleri ev hanımı) var... Herkesin ayrı hikayesi, ayrı hayat gailesi var ama; bu hatırlayış ruhu, öylesine sardı ki her yanımızı, içimizi, dışımızı, evlerin duvarları sanki kalktı, bizlere bir gençlik geldi ve herkes eski dayanışma günlerine gitti...

Kalp ne kadar sıcak bir şey... Ruh ne kadar hızla hareket edebiliyor, koşup yoldaşlarını, gönüldaşlarını, kardeşlerini bulup musafahalaşıyor...

Erkekler ayakkabısız olunca, çoraplarıyla pıtır pıtır ayak uçlarına basarak, süt dökmüş çocuklar gibi mahcup sükûnetlerle Mabed'e girdiklerinde, büyük bir çalkantı yaşıyor benim kalbim. Çoraplarının üzerinde yürüyerek Kıble'ye dönenler arasında rütbeler, mevkiler, kariyerler, caminin dışındaki alengirli tüm hikayeler, alaverler, dalavereler bitiyor. Herkesi çocukluk safiyetine döndüren bir sonsuzluk bahçesine girermişçesine koşuyorlar işte Mabed'e...

Biz bunların hiç birini unutmadık: Kapısına kilitler vurulan camilerimiz, ahırlara çevrilen mabedlerimiz, örtüsünden kisvesinden dolayı idam sehpalarına çıkartılanlarımız, yakılan, yırtılan, yok edilen kütüphanelerimiz, reddi miras edilen medeni birikimimiz, makaslanarak kırpık kırpık edilen dilimiz, yasaklanan ezanlarımızla işte bizi biz olmaya sevk eden o acayip modernleştirilme döngüsüyle yeni bir hesaplaşma-yüzleşme gününe daha geldik...

Bir deniz gibi geldik.

İtiş kakışları, iç eleştirilerimizi, onda var bende niye yok'ları, kalp kırıklığını nefs kırıklığını, baş döngülerini bir köşeye bırakarak geldik...

İşimiz her zamanki gibi Allah'a kalmıştı. Sessizce başarmak üzereydik işte ve kimseyi incitmemiştik hayatta...