Aytekin Yılmaz: Zorlama yoktur ama açlık grevine girmem demek zordur



PKK DAVASINDAN DOKUZ YIL YATAN, ŞİDDET KARŞITI AKTİVİST YAZAR AYTEKİN YILMAZ


Yılmaz: İçerde de bir örgütlülük var. Bu çok ciddi bir güçtür. Örgütün günlük yaşam kültürü ve kararları var, uyman gerekiyor. Arkadaşların açlık grevine girdiyse ben girmiyorum diyemezsin, dışlanırsın.


PKK’lı ve KCK’lı tutuklu ve hükümlülerin başlattığı açlık grevinde 60. gün geride kaldı, ölüm ne yazık ki kapıda.


Mensuplarını daha çok intihar bombacısı olmaya teşvik eden PKK bunu şimdi neden yapıyor?


Ve nasıl yapıyor?


PKK’nın hapishanedeki örgüt sistemi nasıl işliyor, insanlar aç kalarak ölmeyi hangi şartlarda “seçiyor”?


Bu soruları ve daha fazlasını eski bir PKK’lı olan, örgüt üyeliğinden sekiz yıl hapis yatan, ama yaptığı okumalar sonrasında hem içinde bulunduğu PKK’yı hem diğer radikal sol örgütleri sorgulayan ve şiddetin özgürlük getirmeyeceği kanaatine varan yazar-aktivist Aytekin Yılmaz’a yönelttim.


Yılmaz yaptığı sorgulamanın, örgütten ayrışmanın ve özgürleşmenin bedelini hapishane koşullarında dışlanarak, çıktıktan sonra ise görüşleri, çıkardığı dergi ve kitapları lanetlenerek ödemiş biri. Ama yılmamış. Bugün hayatını şiddet karşıtı bir aktivist olarak sürdürüyor. Mahsus Mahal adında mahpusların yazdığı, içeridekilerin sesini dışarıya ulaştıran bir dergi çıkarıyor ve cezası bitenlerin hayata-dışarıya adaptasyonu için çalışmalar yürütüyor.  


Aytekin Yılmaz’ın kişisel deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı ve örgütlerin içerde nasıl bir düzen kurduğunu anlattığını “İçimizdeki Hapishane / Labirentin Sonu” kitabı ise röportajın konusu olan “PKK, hapishane ve açlık grevleri” üçgenini anlamak bakımından özellikle önemli. Kitabı okuduğunuzda PKK ve radikal sol örgütlerin 1990-2000 yılları arasında hapishanelerde kurduğu siyasi iktidarla; örgüt içi infazlarla; 90’lı yıllarda “derin devlet”in hapishanelerde güttüğü kirli politikayla; devletin işlediği faili meçhulleri –iyi ki- sorgulayan ama örgüt içi infazlara “iç meseledir, olur” diye yaklaşan sol çevrelerin ikiyüzlülüğüyle karşılaştırıyor bizi… 


Diyarbakır-Ergani doğumlu olan Yılmaz’ın “Doğu’nun Talanı ve İnkârı”, “Hapishaneden Öyküler ve Hapishaneden Şiirler” ile “Dağbozumu” adında bir romanı da bulunuyor. Yılmaz ayrıca, 1997 Musa Anter Gazetecilik İnceleme Araştırma Ödülü, 1999 MKM Film Öyküsü Ödülü, 2003 II. İstanbul Ulusal Kısa Film Festivali Öykü Ödülü sahibi.


Konuşacağımız konuyla ilginizi de netleştirmesi bakımından şuradan başlayalım: Aytekin Yılmaz kimdir, hangi davadan kaç yıl yatmıştır?


1992-2000 yılları arasında PKK’ya örgüt üyeliğinden hapis yattım. Herhangi bir indirimden yararlanmadım, cezamın tamamını yattım. Hapisten çıktığımdan beri şiddet karşıtı sivil bir aktivist olarak yazınsal çalışmalarıma devam ediyorum. Şu an mahpusların yazdığı Mahsus Mahal dergisini çıkarıyoruz, hapishane koşullarının iyileştirilmesi ve oradan çıkanların topluma katılımının sağlanması için bir dizi çalışma yürütüyoruz.


Şu an PKK ile ya da PKK çizgisine yakın siyasi hareket ve yapılarla bir ilginiz var mı?


Yok. Ben örgütteyken de özerk bir konumum vardı. Cezaevi koşullarında PKK davasından yatan diğer mahpuslarla aynı koğuşlarda kalıyorduk, örgütün düzenine katılıyorduk ama eleştirel yaklaştığım için durumum daha farklıydı.


ANLADIM Kİ ŞİDDET ÖZGÜRLÜK GETİRMİYOR


O eleştirel bakış nasıl oluştu peki?


Cezaevine girdikten bir iki yıl sonra yaptığım okumalar, edindiğim bulgular sonrasında oluştu. Geçmişe, deneyimlerime ve dünyadaki örneklere baktım ve şiddetten sonra gelecek şeyin özgürlük olmadığını yaşayarak anladım.


Bu yüzleşme büyük şok mu yaratıyor insanda bir boşluk mu? 


Valla çok sancılı bir süreçti. Yıllarınızı vermişsiniz, belki hayatınızı ortaya koymuşsunuz, belli bir süre sonra görüyorsunuz ki, mesele öyle değil. PKK kuruluşunda radikal sol bir örgüttü, dolayısıyla PKK’den ve bütünüyle devrimci soldan ayrışmak çok sancılıydı.


DEVLET KAPILARI TUTTU, SOL İÇERDE İKTİDAR OLDU


Hapishane tanıklığınıza gelelim.  


Benim tanıklığım 1992-2000 tarihleri arasına denk geldi ve bu tarihler bence Cumhuriyet dönemi hapishane tarihinde çok özel bir dönemdir. Çünkü siyasi mahpuslar (radikal sol örgütler) bulundukları koğuşlarda iktidar oldular. Devlet yoktu. Devlet insanları hapsetmiş ve kapıları tutmuştu. İç yaşam tamamen örgütlerin denetimindedir. Bu ülkede radikal sol örgütler ilk defa iktidar oldular ama hapishanede. Dolayısıyla o yaşadıklarımız da insanı bir yere taşıyor. Şöyle bir tarif yaptım sonradan: Örgütler henüz iktidar olamamış devlettir. Ama iktidar oldukları yerde bütün o alt-üst ilişkilerini yaşayabilirsiniz.


Bir örgüt mensubu hapishanede ne yaşar?


Hapishaneler dezavantajlı yerlerdir. Bir kere daraltılmış mekândasınız. Devlet seni kapatmış, bir de örgütün, komün yaşamının içindesin. Hapishane içinde hapishane! “İçimizdeki Hapishane” adlı kitabımda bunları uzunca anlatmaya çalıştım. Tam anlamıyla bir askeri yaşam sürüyor ve bunlar zulüm şeyler tabi. Mesela 50 kişisiniz ve 25 tane sorumlu var. Yani her an ister istemez 25 kişi tarafından izleniyorsun.


ÖRGÜT KOĞUŞ BASTI, İNFAZ YAPTI


Bu sıkıyönetim hep böyle mi devam etti?


Daha fazlası oldu. 1990-2000 yılları arasında hapishanelerde ne olduğuna ama özellikle Bayrampaşa Cezaevinde ne olduğuna mutlaka bakılması lazım. Meclis’te bir komisyon kurulmalı. Çünkü o yıllarda sol örgüt mensupları Bayrampaşa’daydı ve örgütler sürekli iç infaz yapıyordu. Silahla koğuş basıldı infaz yapıldı. Örgüt silahını kuşanıyor, koğuş basıyor. 1993’te radikal sol bir örgüt Bayrampaşa’da koğuş bastı ve örgütten ayrılmış birini infaz etti. Aynı örgüt ajan olduğu gerekçesiyle lise öğrencisi 17 yaşında bir kız çocuğunu infaz etti. Bu infazlar yapılırken aynı blokta 11 sol örgüt bulunuyordu, kimse sesini çıkarmadı, olaya örgüt içi mesele olarak baktılar. Devlet, siyasi iktidar o dönemde nasıl ve neden bir boşluk yarattı hapishanede? Görevlilerin izni olmadan içeriye değil silah mermi bile sokamazsın. Bunları görüyorsun, düşünüyorsun.


PKK, TİKKO, DHKP-C 30’DAN FAZLA MAHPUS ÖLDÜRDÜ


Vardığınız sonuç ne oldu?


Devlet Bayrampaşa Cezaevi üzerinden örgütleri kontrol etti. Buna ihtiyaç duydu. Zaten Genelkurmay o dönemde Kürt bölgesinde bunu yaptı, Doğan Güreş bağıra bağıra “Biz bu savaşı düşük yoğunluklu seviyede tutuyoruz” dedi ve herkes bunu normal karşıladı. PKK’ye bu yapılırken radikal sol örgütlere de cezaevlerinde böyle bir şey yapıldı; örgütler cezaevlerinde toplu olarak tutuldu ama olayların bir şekilde sürdürülmesine de göz yumuldu. Ve sonuç: 1990-2000 yılları arasında devletin hapishanelere müdahale ederek öldürdüğü mahpus sayısı 28. İnsan Hakları Derneği’nin rakamı bu. Fakat kimsenin kaydetmediği rakamı da araştırdım ben buldum: Hapishanelerde radikal sol örgütlerin yani PKK, TİKKO ve DHKP-C’nin öldürdüğü insan sayısı 30’un üzerinde. Örgütlerin iç infazları, devletin hapishanelerde öldürdüğü mahpuslardan daha fazladır. Kimse de bunun hesabını sormamıştır.


SOL ÇEVRELER “ÖRGÜT ÖLDÜREBİLİR, İÇ MESELEDİR” DEDİ


Devletin yaptığı infazlara haklı olarak büyük tepki gösterildi ama radikal sol ve Kürt kamuoyu bu infazları neden ve nasıl görmezden geldi?


O yıllarda hapishanede ne olduğunu kimse görmek istemiyordu. Sol çevreler, aydınlar, gazeteciler de görmek istemiyordu, görmüyordu. Soruyorum içeride bu kadar infaz yapıldı, hangi gün bir tepkiniz oldu? Aslında bizim “örgüt öldürebilir, o iç meseledir” diyebilen bir solcu gazeteci aydın gazeteci gerçekliğimiz var. Devletin yaptığı infazların kaydını, itirazını buluyorsun ama hapishanedeki 30’dan fazla örgüt içi infazın kaydını hiçbir yerde bulamıyorsun. Adalet Bakanlığı’nda da! Bu yıl içinde Bakanlığa sordum. Bakanlığın arşivi yenilendiği için böyle bir kayda ulaşılamadı, dediler.


ADALET BAKANLIĞI İNFAZLARI SORUŞTURMALI


Durumu Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e buradan duyuralım o zaman. Bunların kaydı bulunmalı, cinayetler soruşturulmalı yoksa geçmişte o cinayetler işlenirken kapıları tutup bir nevi gözcülük yapmış olan devlet bugün de geçmişin üstünü örterek suça ortak olmuş olur. 


O infazlar yapılırken ben oradaydım, gazetelerin üçüncü sayfalarında nüfus cüzdanı kayıp ilanı kadar yer veriyorlardı bu ölümlere. Birkaç arkadaşım öldürülmüştü böyle. Bugün birçok alanda geçmişle yüzleşiliyor, Dersim, darbeler araştırılıyor, Bayrampaşa’nın da araştırılması lazım.


PKK AÇLIK GREVLERİNE KATILMAZDI


PKK ile radikal solun hapishanede karşılaşması nasıl oldu peki?


Diyarbakır Cezaevini yaşamış PKK’lılar çok tecrübeliydiler. PKK’li mahpusların açlık grevlerinde ölmeleri istenmiyordu mesela, iş bir noktaya gelince tamam diyorlardı. Bunu şöyle formüle etmişti PKK: 1984’e dek Diyarbakır Cezaevi özelinde direniş öne çıktı. 84’te 15 Ağustos silahlı atılımının başlamasıyla mücadelenin önceliği dışarıya, gerillaya geçmiştir. PKK’nın tarihi incelendiğinde görülecektir ki 12 Eylül darbesi döneminde Diyarbakır cezaevinden sonra PKK açlık grevi yapmıştır ama ölüm orucuna girmemiştir, cezaevlerinde insan hakları ihlallerinin en fazla olduğu yıllarda bile. PKK “cezaevinde onurunuzu, kimliğinizi koruyun ama mücadelenin asıl yapıldığı yer cezaevleri değil dışarısıdır. Dışarıdaki mücadeleyi kamuoyunun gözünde gölgede bırakacak bir şeye girmeyin” anlayışında idi. 1996 ölüm orucu ve 2000 yılı F tipleri dönemi ölüm oruçlarına da PKK katılmamıştır. PKK’nın açlık greviyle ilgili o günkü tutumunu doğru buluyorum. Çünkü 50. gününe gelen grevleri sonlandırıyor ve kimsenin ölmesine izin vermiyorlardı.


Kararı kim veriyordu, Öcalan mı?


Örgütün cezaevi yönetimi karar veriyordu.


Açlık grevine girileceğine de örgüt karar veriyordu, bitirin dediği gibi başlayın da diyordu yani?


İnsanın böyle bir greve girip girmeyeceğini o kişiden başka kimse karar veremez çünkü bu başka şeye benzemez. Birilerine talimatla eylem yaptırabilirsiniz ama açlık grevi yaptıramazsınız. Bu, insanın bedeniyle iradesiyle kendisiyle ilgili bir şeydir. Öyle değildir diyene ben “iki gün aç kal da göreyim” diyorum.


AÇLIK GREVİNE GİRMİYORUM DEMEK KOLAY DEĞİLDİR


Askeri disiplinin infazların olduğu bir örgüt içinde, hele dar bir alanda hapishanede kıstırılmış haldeyken örgüte itiraz ne kadar mümkün peki?


Tabi ki örgüt bir karar almışsa, bu kararı benimsemiş olanlar girebilirler gönüllü olarak. Ama örgüt içinde örgüte inanmış birinin mücadele azmi var diyelim. 10 kişi bir arada ve beşi açlık grevinde, diğerlerinin girmemesi kolay değil. Hain demezler, seni bariz biçimde dışlamazlar ama devrimcilikte bir iddian varsa ve açlık grevine girmiyorsan örgütte çok istenen adam olmazsın, fazla yükselemezsin.


ÖRGÜT İÇİ KARİYER İÇİN AÇLIK GREVİ ŞART


Yani örgüt içinde kariyer yapmak istiyorsan açlık grevi de yapman gerekir?


Evet. Bu sadece PKK de değil dünyanın değişik sol örgütlerinde de böyledir. Taa Lenin’e kadar gideriz. Lenin der ki “Polis sorgusu ak taneyi kara taneden ayırır”. Yani polis yoldaşlarımıza işkence yapıyor ama örgüte iyilik de yapıyor, iyiyi kötüden ayırıyor, bu kişi devrime, örgüte bağlı samimi yoldaş mı yoksa çürük mü? PKK dahil radikal sol örgütlerde çok barizdir bu. Polis sorgusunda direniyor mu, daha sonra cezaevindeki direnişlere katılıyor mu katılmıyor mu diye bakılır. Yani kariyer yapacak, kıdem alacaksan yolu oradan geçer.  


Oradaki atmosfer de ayrıca etkili oluyor mu mecburen “gönüllü olmaya”?


Elbette. Dışlanmak başlı başına bir şeydir. Örgütün günlük yaşam kültürü var, kararları var, uyman gerekiyor. Aynı ortamdasın, davan, arkadaşların, kolay değil tabi. O yüzden ben onlara “olağanüstü direnişçi” diyorum. Radikal solcular Türkiye’de çok iyi direndiler ama sorun o değil. Ölüm orucu ya da sorguda içerde direniş bir kısır döngüdür nihayetinde. Bunu zamana yayamazsan yine kaybedersin. On yıllık deneyimimde şunu gördüm radikal sol örgütlerde: Şiddetin baskının olduğu dönemde olağanüstü direnenler daha sonra şiddetsiz zamanlarda enteresan biçimde buharlaştılar. Çünkü baskı birleştirir.


AÇLIK GREVİNİ ÖCALAN DURDURUR


PKK’nın 12 Eylül’den beri yürüttüğü açlık grevlerinde sayı 700’den 10 bine çıkarıldı, yazılı bir talimatla. PKK neden özgür insanlara değil de hapistekilere talimat veriyor?


Ben kişi olarak ölüm orucuna karşıyım, on yıllık hapishane deneyimimde hiç ölüm orucuna girmedim ama sayısız açlık grevine girdim. Hiçbir amaç insan yaşamından daha değerli değildir. Ölümden sonra gelecek şeyin özgürlük olmadığını biliyorum. Buradan bakıyorum meseleye ama önce şunu söyleyeyim: Anadilde eğitim ve savunma hakkında çok geç kalındı, Türkiye’nin ayıbı bu. Ama bence bunun için ölüm orucu gerekmiyor. Ölüm orucu değil bu yapılan, süresiz dönüşümlü açlık grevi ama bu da ölümle sonuçlanabilir, greve başladığınızda hangi gün öleceğinizi bilemezsiniz. 13. günde yaşamını yitirenleri de gördük.  PKK davaları, KCK davası ve başka siyasi davalar dahil içerde 10 bin civarında siyasi mahpus var. Bu ciddi bir rakam, talepleri haklı buluyorum ama bunu ölüm orucuna yatarak mı söylemek lazım? Önceki açlık grevleri cezaevlerinin koşullarını iyileştirilmesi için falan yapılırdı. Şimdi dışarıdaki mücadele insiyatifi içeriye geçmiş gibi oldu. İçerde de bir örgütlülük var. Bu ciddi bir güçtür. Bir çözüm bulunmazsa sonradan tekrar gündeme gelebilir. Bu, Kürt sorununun parçasıdır. Kürtler dışarıda özerklik ilan edemediler ama içeride özerkliğe doğru gidiliyor. Açlık grevleri kritik noktaya gelmiş durumda, yarın geç olabilir. Abdullah Öcalan’ın durumuna kilitlendi. Abdullah Öcalan’ın açlık grevi ve ölüm orucu gibi eylem biçimlerine sıcak bakmadığı biliniyor. Öcalan’la temas kurulması halinde bunun sonlanacağını düşünüyorum. 


PKK İLE GÖRÜŞMELER BURADA VE ŞEFFAF OLSUN


Devlet gecikmeli de olsa Cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürtleri inkâr ve asimilasyon politikasına son verdi. Sorunla yüzleşti ve vatandaşlarının demokratik haklarını teslim etme yolunda yol almaya çalışıyor, alıyor. Yani açlık grevi şartlarının ikisi hakkında zaten bir süreç işliyor. Hal böyleyken örgüt ne diye insanları ölüme yatırıp şunlar şunlar hemen olsun yoksa ölürüz siyasetine giriyor?


Buna katılıyorum. 89 yılda bozulmuş bir Cumhuriyeti 10 yılda düzeltemezsiniz diyorum. 1923’ü ben bu coğrafyada bozulmanın tarihi olarak görüyorum çünkü o zaman yapılan yanlışlar başka yanlışları doğurdu, halen onların acılarını yaşıyoruz. Yanlış bir cumhuriyette herkes yanlış doğdu yanlış büyüdü bugünkü siyası sıkıntıların asıl nedeni budur. Çok kültürlü bir coğrafyada tek tekler üzerine bir cumhuriyet kurmak yanlıştı. Bugün gelinen nokta da AKP ile ilgili olarak gördüğüm yanlışlar da var doğrular da. Devletin vatandaşına karşı sorumlu olduğu şeyleri bir an önce yapması lazım. 1993’ten 2007-2008 Oslo’ya kadar yapılan PKK-devlet görüşmeleri PKK’nin etkisizleştirilmesi üzerine yapılan görüşmelerdir. İlk defa Oslo’da taraflar bir araya gelmiş ve sorun nasıl çözülür üzerine çalışma başlatmışlar. Bu gereklidir. Ama neden gizli, neden aleni değil, neden başka bir ülkenin gözetiminde? Bu ülkenin sorunu konuşuluyorsa bunun içerde ve şeffaf olması gerekiyor. İmralı da bir sorun alanı. Görüşmelerin aracılarla değil birebir temasla yapılması lazım. Bu bir siyasal sorunsa siyasi kimliği olan kişiler yürütmeli görüşmeleri. 12 yıldır yürütülen görüşmeler değişen yetkililerce yapılıyor, bu da bir sorun. 1999-2004 yılları arasında İmralı asker yönetimindeyken görüşmeler olmuş ama verilen sözlerin hiçbiri tutulmamış. Dolayısıyla sonraki süreçte PKK’nın da tutumu farklı oldu.


ERGENEKON DAVASI CUMHURİYETİN VAKA-İ HAYRİYESİDİR


Nasıl farklı oldu?


Bence Ergenekon Davası Cumhuriyet tarihinin vaka-i hayriyesidir. İlk defa cumhuriyet tarihinde askerin etkisizleştiği, sivillerin gerçekten iktidar olduğu bir demokrasi dönemi geldi bu sayede. Amma velâkin bu ordu çok darbecidir, dipte köşede kalanlar olmuştur. Dikkatli olmak gerekir.


PKK’nın vaktiyle iki numaralı adamı olan itirafçı Şemdin Sakık Ergenekon davasında tanık olarak dinlendi ve o da davayla ilgili benzer şeyler söyledi.


Onunla aynı yerde buluşmak istemem ama fikrini söylemiş.


PKK’nın Ergenekon’un erken evresinde MİT eliyle kurulduğu tezinin sizdeki karşılığı nedir?


Ben buna inanmıyorum. Ama şöyle bir şey var: 1999’da Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra 2004’e kadar bir ateşkes var. 2004’te ateş birden başlıyor. O arada PKK’nın Ergenekoncular tarafından yönlendirildiğine inancım var evet. 99’tan 2004’e kadar İmralı’yı kim yönettiyse –ki kesinlikle hükümet değildi- oradan çıkan kararlar Ergenekon’a paraleldir. Trajik olansa orada vaat edilenlerin hiç biri olmamış adeta İmralı kandırılmıştır. Ve dönemin Genelkurmay başkanı biz bu savaşı düşük yoğunlukta tutuyoruz derken PKK da buna uymuştur. Ne sıçrama var ne düşme eylemlerde, gayet stabil.


YALÇIN KÜÇÜK’İN PKK’YA HİZMETİ BÜYÜKTÜR


PKK’nın vaktiyle iki numarası Şemdin Sakık tanık olarak, Ergenekon davasından tutuklu Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük hakkında konuştu ve ikisinin de PKK’ya katkılarını anlattı. Siz ne biliyorsunuz bununla ilgili?    


Doğu Perinçek 1989’da 2000’e Doğru dergisi için bir röportaj yaptı, sonra da sürekli PKK’nin olumlu anlamda haberlerini yapmaya devam etti ve o haberler PKK’ye hizmet etti. Ama bu olumluluk derin devletin görevi miydi yoksa Perinçek partisi için PKK ile iyi geçinmek için mi bunu yaptı? Bana ikincisi doğru ve mantıklı geliyor. Perinçek, Öcalan gibi pragmatisttir çünkü. Yalçın Küçük ise Öcalan’ın yanına gidip amiyane tabirle yağcılık yalakalık yaptı. Kardeşim Apo falan… Biz bunları içerde dinlediğimizde bu kadar da yağcılık olmaz diyorduk. Yalçın Küçük Öcalan’a yaranmaya çalıştı ama görüşlerini etkilediğini sanmıyorum çünkü sonradan takip ettiğimde öyle özgün bir görüşünü falan göremedim. Ama PKK’yı meşrulaştırma, Türk soluna tanıtmak, takdim etmek anlamında Yalçın Küçük PKK’ye ve Öcalan’a büyük hizmet etti.


İMRALI BİR MUAMMADIR


Öcalan neticede askeri disiplinin hakim olduğu, bağlılarının dağda mağarada yaşadığı silahlı bir örgütünün lideriydi ve kendisine yalakalık yapılmasına izin veriyordu. Bu, PKK’lı olmanın bedelini ödeyenleri nasıl etkiliyordu?  


Bundan hoşlanmıyorduk ama kimse bunu bu şekilde söyleyemiyordu. İçinden düşünsen de eleştirsen de örgüt karşısında olumlaman gerekiyordu. Şu kadar yıldır Öcalan içerde, hala daha, ona hayır diyebilecek PKK’li yoktur. PKK’de iki numara yoktur, hiç olmamıştır. İki numara olmadığı için de karşıt görüşler dile getirilemez. Bana göre PKK süreci tamamlanmadan, yani ya devlet PKK ile uzlaşmadan ya da bir şekilde tasfiye olmadan yeni bir Kürt siyasi hareketinin çıkması, güçlenmesi imkânsızdır. İmralı da tam bir muammadır. Doğrusu ben yakalandığında Öcalan’ın örgüt yönetiminden çekilmesini bekliyordum. Ama yapmadı. Yapsaydı bu sorun bu kadar uzamazdı. Normalde bir PKK’li tutuklandığında tüm yetkileri düşer. O dönem bu kural Abdullah Öcalan için uygulanmadı. İmralı’yı o dönem her kim yönettiyse 1999’dan 2004’ya kadar geçen zaman yılların ve insanların kaybına yol açmıştır.


KANDİL İMRALI’YA UYSAYDI ŞU AN ADD İLE BİRLİKTEYDİ


Kimse Öcalan’a karşı gelemez diyorsunuz ama Öcalan’ın sözlerinin sansürlendiği, buyruklarının askıya alındığı çok oldu. Öcalan bunu beni taşeron olarak kullanıyorlar diye ifade etti?


1999’dan beri böyledir aslında. İmralı’dan talimat, görüş ne çıkarsa çıksın mutlaka süzgeçten geçer ve Kandil’in onay verdiği talimatlar hayata geçer. Aksi olsaydı 99-2004 arasında İmralı’dan çıkan talimatlara uyulsaydı şu anda Atatürkçü Düşünce Derneği ile birlikte hareket ediyor olurdu.


SOLCULAR HAPSE GİREN HERKESİ NAZIM HİKMET SANIYOR


Kamuoyunun taş atan çocuklar olarak bildiği TMK mağduru çocuklar aslında ne yaptıklarını çok da bilmeden öfkeyle suça bulaştılar maalesef ve yolları hapishanelere çıktı. Ama bu çocuklar cezaevlerine girdikleri gibi çıkmadılar. O çocuklara içeride ne oldu?


Zarar gördüler, tecavüze uğrayanlar da oldu. Biraz daha kalabalık kalabiliyorlardı ve hem yaşadıklarından hem de birbirlerinden örgütten etkilendikleri için siyasileştiler. Türkiye’de cezaevleri geçmişten bu yana bol miktarda devrimci, devlet karşıtı üretmiştir. Ben öyle mahkumlar tanıyorum ki şöyle derlerdi: “Ben gözümü hapishanede açtım, burada aydınlandım. Eskiden hiçbir şey bilmiyordum, Kürtlüğümü, devrimciliğimi burada öğrendim”. Sol örgütler o yüzden hapishaneleri örgütün arka bahçesi olarak görür. Ama ben hapishanelerin kısır döngü ürettiğini, sonuç üretmediğini düşünüyorum. Halbuki Türkiye’de sol örgütler ve sol entelijansiya, içeriye girmiş herkesi Nazım Hikmet sanıyor. Oraya atılan herkesin mağdur olduğunu, işkenceye uğradığını sanıyor. Öyle olmuş olsa bile yakından baktığında görüyorsun, hiç de öyle değil.


PKK SOSYOLOJİK OLARAK ÇOK DEĞİŞTİ


Bugünkü PKK sizin dahil olduğunuz PKK mıdır?


PKK bir evrim geçirdi. 1993’da yazdığı bir yazıda Öcalan “1993 yılı aydın gençliğin köylülüğe yenildiği yıldır” der. PKK kurulduğunda üniversiteli gençlerden oluşuyordu ama sonra özellikle 90’lar boyu devletin sert tutumuyla köy yakmalarla vs. ile PKK’ya köylerden katılım çok arttı ve sosyolojik olarak Kürt köylü gençler örgüte hâkim oldu. 1993’te mesela yüz kişilik bir koğuşta 80-90 üniversiteli varken 2000’de ben cezaevinden çıkarken 5-6 üniversiteli kalmıştı. Son yıllarda daha çok köylüleşti ve gençleşti PKK. Ben bunu net gördüm ve bu bende sorulara neden oldu. Çok fazla merkezci bir sistemi var PKK’nin. Gelen talimatı hiçbir şekilde değerlendirmeden hayata geçiren bir örgüttür. Ki talimat zaten tartışılmaz. Askeri düzen vardır ve hatta denirdi ki “Devletten çok daha katı olmalıyız ki onu alt edebilelim”. İşte bu tutum okumuş gençliği çok zorlar. Dağdaki güç, yetki köylülerin eline geçince orada olan ama okuyup yazan, sorgulayan kesim de zamanla tasfiye oldu. Bir kısmı infazlarla yok edildi, bir kısmı ayrıldı, kaçtı…


ÖCALAN’IN TEK ADAMLIK SÜRECİ


O ayrışma ve örgütün kararlarını tartışmayan, geçmişini bilmeyen genç adanmışlarla Öcalan’ın tek adamlılığı da iyice pekişti, öyle mi?


Evet. PKK’nın geçirdiği evrimi ve Öcalan’ı şöyle anlatayım: 1982’deki ikinci kongrede Abdullah Öcalan “Ali arkadaş”tır. Yani eşittir, herkes gibi. 1986 da Üçüncü kongrede parti genel sekreteridir. 1990 da Dördüncü kongrede parti önderi, 1995 te beşinci kongrede parti Genel Başkanı olmuştur. Aydın gençlik ayrıştıkça tek adamlığı pekişmiştir.  


“ARKADAŞIMI NEDEN VURACAĞIM” DEMİYOR ARTIK KİMSE


Örgütü Öcalan’ı sorgulayanlar da özeleştirileri alındıktan sonra bir kayanın dibinde vuruldular. Buna ilişkin hiç mi itiraz yoktu içerde?


5. kongrede 1995 te örgüt içi infaz edilen 50 kişiye iade-i itibar yapılmış. Başka yapıldı mı bilmiyorum. Öcalan iç infazların 15 bin olduğunu söylüyor ama ben 5 bini geçtiğini sanmıyorum. 5 bin de, bir kişi de az değil ama böyle yürüyor, korkunç olan da bu. Talimat geliyor “ben arkadaşımı neden vuracağım” demiyor kimse. Ama devam eden bir süreç var. Ölümler var. Her şey bittiğinde asıl kıyamet babasız evlerde kopacak. İki taraftan da çok insan öldü, çok çocuk babasız kaldı, bunları ne yapacaksınız?


PKK kendi içinde bulunup ayrılanlara pek hoşgörüyle yaklaşan bir örgüt değildir, genelde infaz eder. Siz bunu nasıl başardınız ya da ödediğiniz bedel ne oldu?


Ben örgütün silahlı herhangi bir yerinde değildim. İstanbul’da yakalandım. Örgütten kopuş kolay olmadı. Hiçbir örgüt bundan hoşlanmaz sizi dışlar yalnızlaştırır ve marjinalize eder. Ben de doğrudan bir hakarette bulunmadım örgüte ama bildiğim doğrulardan hareketle eleştirdim. Yazdım çizdim. Birileri söylediklerimden rahatsız olacaksa da olacak, aydınların görevi budur zaten.