Baba olmam bu filmin sebebidir

Tolga Örnek’in yönettiği, Selma Ergeç’in başrolünde oynadığı Senin  Hikayen  hepimizden parçalar taşıyan bir konuyu ele alıyor; baba    ve anne olmanın bize kalan sırları... Örnek ve Ergeç ile konuştuk.

Türk sinemasında bazı isimler var ki hem üretkenler hem de gölgelere saklanmayı iyi biliyorlar. Bu ay vizyona giren Senin Hikayen filminin yönetmeni Tolga Örnek ve başrol oyuncusu Selma Ergeç de bu isimlerden. Yeni filmlerine gelince... Senin Hikayen, orta sınıf şehirli insan hikayelerine sırtını dönen sinemamız için yeni bir tecrübe...

-Senaryo nasıl başladı?

TOLGA ÖRNEK: Kaybedenler Kulübü zamanında notları almaya başlamıştım. Karımın hamilelik dönemiydi. O süreçte herkes tavsiyeler vermeye, kendi hikayelerini anlatmaya başlıyor. Etraftan duyduklarım, bizim başımıza gelenler... İnsanın baba, anne rolüne bürünmesi, bu süreçten geçmesi, öğrenmesi çok ilginç... İki sene sürdü o notları almam, sonra senaryo aşaması geldi. Değişik bir aile hikayesi yazmak istedim. Filmlerde aşk işlendiği zaman hep evliliğe kadardır, evlilikten sonra da aşkın, tutkunun devam ettiğini gösteren bir şey yapmak istiyordum.

-Siz senaryoyu aldığınızda ne hissettiniz?

SELMA ERGEÇ: Normalde okuduğun senaryolar bu filmin senaryosunun başladığı yerde bitiyor aslında. Mutlu aşk hikayesi işlemek çok zor, hep bir problem olması gerekiyor ki izleyiciyi bağlasın. Burada hem mutlu bir ilişki hem de problemler var. Hikayenin ilerleyişi, işlediği konular, hamilelik konusu çok gerçek geldi bana. Bir de Tolga ile çalışmayı çok istiyordum. Her filmi bir öncekinden farklı, sinema dilini ortaya koyacak diye konuyu kurban etmiyor, konunun sinema dilini oluşturmasına izin veriyor ve hatta onun peşinden gidiyor gibi geldi.

-Bazı rollere hazırlanmak çok zor, bu filmde olduğu gibi. Çünkü canlandırdığınız karakter, her kadının yaşadığı çatışmaları yaşıyor...

S.E: Bir yandan da kolay çünkü empati kuruyorsunuz, benim de uğraştığım, zaman zaman düşündüğüm ya da arkadaşlarımın yaşadığı şeyler olduğu için.

-Türk sinemasında orta sınıf üzeri hayatı anlatan, fazla büyütmeden gerçekliğini veren çok az hikaye var. Bunu neye yoruyorsunuz?

T.Ö: Bizim sinemada hep çatışma aranıyor, büyük çatışmalar, büyük dramatik kırılmalar, hem komedilerde, hem dramlarda. Gerçek hikaye yaptığın zaman, onları senarist olarak empoze ettiğin zaman hikayenin doğallığı bozuluyor, empoze etmediğin zaman da gerçekliği içindeki doğal çatışmaları aramak daha zor, daha fazla iş düşüyor, hem senariste, hem yönetmene, hem oyunculara. Mesela bir kötü karakter olur, onu takip edersin, o bazı çatışmalara girer. Ama gerçek hayatta biri için çok ufak bir çatışma, çok ufak bir olay, mesela çocuk kararı başkası için hayatın en büyük kararı anlamına gelebilir, o özdeşleşme riskini almak istemez insan ama bir kötü karakter oluşturduğun zaman herkes onu kötü olarak algılayabilir. O yüzden riski daha fazla oluyor çünkü hayatın içindeki o ufak tefek ilişkileri, gerçek kırılmaları aktarmak daha titiz olmayı gerektiriyor.

-Belgeselden geldiniz, Kuruluştan Kurtuluşa, Gelibolu... Sinemanızda o dönemin etkisini görüyor musunuz?

T.Ö: Çalışma tarzı olarak etkisi var. Belgeselde çok titiz, çok araştırmacı olman, her şeyi didiklemen gerektiği için o alışkanlık çalışma tarzıma yansıyor. Ön hazırlık benim için çok önemlidir, teknik çok önemlidir. Sette oyuncunun karşısına hazırlıksız çıkmak istemem. Bu hazırlığı yaptığım için de sette tamamen oyuncuya, duyguya konsantre olabiliyorum, tekniği tamamıyla bitirmiş oluyorum.

-Dizilerden uzak durmanızın sebebi?

T.Ö: Oğlumdan, ailemden o kadar ayrı kalmak istemiyorum. Bir dizi, haftada 110 dakika çekmek zorunda olduğun için taviz gerektiriyor. Dizideki o tavizin beni kötü etkileyeceğini düşünüyorum. Psikolojik olarak da iş yapış tarzı olarak da. Bir de çok çabuk tüketiliyor. Hazırlandın, altı ay çektin, büyük paralar harcandı, büyük ekipler çalıştı, kanal arkasında durdu, yapımcı arkasında durdu, ilk üç bölüm reyting kötü, tamam bitti.

ELEŞTİRMENLERE İŞ DÜŞÜYOR

-Bu sorum her ikiniz için de geçerli... Yaptığınız filmler gişe filmleri, bağımsız yapım değil, ne dil olarak ne konu olarak. Bir sinema        endüstri olacaksa mutlaka izleyici ile buluşan filmler üzerinden olabilir ama bağımsız filmlere nasıl bakıyorsunuz?

S.E: Festival filmlerine baktığınız zaman hepsi birbirinin çok benzeri olmaya başladı. Eskiden öyle değildi. Gerçekten farklı, yeni, cesur, özgün bir şey bulabiliyordunuz. Bence en büyük eksikliğimiz, dünyada da zor yapılan tarzda bir tür, yani nitelikli ve aynı zamanda gişe filmi.

T.Ö: Türkiye’de festival filmlerinin hikayesi, gişe filmlerinin tekniği, işlenişi ve kendi dilini oluşturan kaliteli ticari filmler çekebileceğin bir alan var. Tabii bu alanı desteklemek için sinema eleştirmenlerine de iş düşüyor. Sinema eleştirmenleri festival filmlerine karşı çok hoşgörülü. Aynı hoşgörüyü araya girmeye çalışan filmlere de gösterirlerse o alan da genişleyecek. Eleştirmene de, dağıtımcıya da, yapımcıya da iş düşüyor. Belki bu denenecek, iki üç tanesi iş yapmayacak ama dördüncü, beşinci, altıncıdan sonra oturmaya başlayacak.