Babasını bekleyen çocuklar aşkına, bi susun lütfen!

Her şey nasıl da bir anda anlamsızlaştı. Kavgalarımız, doğrularımız, ısrarlarımız, inatlarımız, hayallerimiz, aşklarımız, korkularımız...

Yas tuttu her yanımız!

Yazıya oturduğumda ekrandaki alt yazıda 205 işçimizin öldüğü ve en az bir o kadar daha işçimize henüz ulaşılamadığı bilgisi geçiyordu.

Ben yine kendimi bir çocuğun yerine koydum, sabah saçlarını okşayan babasını dilinde dua ile bekleyen bir çocuğun yerine...

Kaç çocuk yetim kaldı, kaç çocuk babasını son kez gördü?

Çocukluğuma gittim sonra, sabaha kadar babamı beklediğimiz o geceye...

İnsan acılarını kendi yaşadıklarına nispetle daha derin duyuyor, bu yüzden anlatacağım bu hikayeyi. Bir çocuğun babasını beklemesi, bir ümit babasını beklemesi, ne demek bildiğim için...

Madenler hep babaları yutar ya, benim de babam düştü aklıma...

Karadeniz’in haşin yağmuru bir ikindi vakti, ansızın, göğü delercesine, yere çakılarak yağmaya başladığında annemizin eteklerine asılarak çıktığımız çay bahçesinden bir telaş kendimizi salim bir yere atmaya çalışıyorduk.

Bazen yağmur öyle yağar ki bizim oralarda, toprak ayaklarınızın altından kayıverir de canınızı yetiştirecek bir saçak altı bulamazsınız.

Öyle bir ikindi vaktiydi işte, canımızı eve attığımızda hava vakitsiz kararmış, bir kara bulut köyün üzerine karabasan gibi çökmüştü.

Cep telefonu yok; santral üzerinden bağlatarak ulaşabileceğimiz yerden ancak babamın saat kaçta Çayeli’nden köye doğru yola çıktığı öğrenebildik.

Derenin yatağına sığmadığı, her şeyi önüne katıp deli divane akan bir sele dönüştüğü sırada baban dere yatağını takip eden köy yolundaydı. Bir mucize onu kurtarabilirdi, evet!

Dere, yatağına sığmadan, koca kayaları, kütükleri sürükleyerek, araba yoluna da kendine yatak yapmış akıyordu. Evin penceresine kurulmuş derenin çığlıklarını dinliyorduk. İçimizden hıçkırarak dua ediyorduk; Allah’ım babam eve ulaşsın, Allah’ım babamı sel almasın!

Kendimiz de güvende sayılmazdık, her an bir heyelan olabilir, evimizle barkımızla dereye karışabilirdik.

Böyle şeyler konuşuluyordu, ama yapacak bir şey yoktu.

Endişeli bekleyişimiz dışarıdan gelen insan sesleriyle daha da arttı. 4. Çay Alım Yeri’nde heyelan olmuştu. Toprak altında kalanlar vardı. İnsanlar ellerindeki fenerlerle toprak altında kalanları kurtarmaya gidiyordu.

Babam hala gelmemişti, ondan hiç haber yoktu.

Sabaha doğru evin tahta kapısı bir gürültüyle açıldı, yüreğimiz ağzımıza geldi. Şükür ki gelen kötü bir haber değildi. Allah Babamızı bize bağışlamıştı.

Babam köydeki yağmuru haber almış, derenin taştığını öğrenmiş ve dere yatağını takip etmeyip civardaki sapa yollardan köye varmıştı.

Sarılamadık bile ona; birkaç kazma, kürek kuşanıp o da heyelan yerine koştu.

Toprak altında akrabamız olan bir baba oğul vardı.

Gün aydınlandığında yağmur kesmişti ama dere boz bulanık dehşet saçmaya devam ediyordu. Köyü tanınmaz hale getirmişti.

Bizim babamız gelmişti, ama babası gelmeyen çocukların evinden ağıtlar yükseliyordu. Babası gelmeyen o çocuklar, öyle babasız kaldılar...

Soma’daki maden kaç çocuğu babasız koydu, kaç çocuğu kader kardeşi yaptı? Kaç çocuk, “babaları madende ölen çocuklar bunlar” oldu.

Acıyı tarif etmek imkansız, ama şimdiden hepimizin hafızasına kazındı, milli yasımız oldu.

Ya o çocuklar, babası sabah gidip, akşam gelmeyen, bir daha gelmeyecek olan o çocuklar...

Her şey anlamını yitirdi işte.

Acıyı bile yağmalamaya kalkan iştahımız kaldı bir tek...

Bi susun lütfen, babasını bekleyen çocuklar aşkına, bi susun!