MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kritik dönemlerde yaptığı kritik dokunuşlarla (müdahalelerle), devleti daha da “yıkıcı” olabilecek krizlerden kurtarmıştır.
Örnek mi?
Gençlerini sokaktan çekti.
Kriminal işlere bulaşmış eski müntesipleri “usulünce” partiden uzaklaştırdı.
Öcalan’ın asılmamasını sağlayan (ve idam cezasının kaldırılmasına öncülük eden) “üçlü protokole” imza koydu.
Koalisyon ortaklarını erken seçime zorlayarak olası bir “teknokratlar hükümeti”nin önüne geçti.
Partilileri, çatışma potansiyeli yüksek olaylara itmedi. Sürekli sağduyu çağrısı yaptı... (Mersin’deki “bayrak yakma” olayından sonra yaptığı ve etkisini hemen gösteren sağduyu çağrısını hatırlayalım...)
Hiçbir “yasa dışı nümayişe” prim vermedi.
Hiçbir toplumsal çatışmaya taraf olmadı.
E-muhtırayı izleyen günlerde, Cumhurbaşkanı seçmek üzere toplanan Meclis’e grubunu sokarak, parlamentoya karşı başlatılacak “meşruiyet tartışmalarının” önüne geçti.
Hükümetin “erken seçim” kararını destekledi... (Aynı zamanda Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz adı verilen “girişimleri” boşa çıkaran, hatta açığa düşüren bir destektir bu...)
CHP’nin Çankaya boykotuna katılmadı. Abdullah Gül’ü, seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak tanıdı.
CHP ve BDP’nin başlattığı “yemin boykotuna” katılmayarak, parlamentoya yönelik meşruiyet tartışmalarının ikinci kez önüne geçti.
Bütün bunları yapmış, yapabilmiş Bahçeli’nin, Bursa’daki mitingde, kalabalıklardan yükselen “Vur de vuralım, öl de ölelim” çağrılarına karşı suhulet yolunu benimsememesi, “Onun da zamanı gelecek” şeklinde ucu açık bir cevapla “beklenti”yaratması, son zamanların en çok tartışılan konusu haline geldi.
Benim bu konuda fikrim şudur:
Bahçeli’nin, “Onun da zamanı gelecek” sözü, evet, kimi müntesipleri beklentiye sokmuştur ama şiddet içeren nümayişlerin sokağa taşmasını da engellemiştir.
Nihayetinde, kimse dışarlıklı değil.
Kimsenin kafası gözü yarılmıyor.
Kimse sokaklarda öfkeli sloganlar atmıyor.
Bahçeli’nin, şiddeti çağrıştırsa da, “tolere edilebilir” açıklamasının, parti yetkililerince yeterince anlaşıldığını ve gereğince konumlandırıldığını düşünmüyorum.
Örnek mi?
İşte MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkan...
Şöyle buyurmuş muhterem: “Nasıl ki düne kadar ‘biz sokaklara inmeyeceğiz, sokaklara çıkmayacağız’ dedik ama artık burnumuza geldi. Bundan sonra sayın genel başkanın dediği ve söyledikleri gibi... O, ‘vur’ diyecek, vuracağız, ‘öl’ diyecek öleceğiz.”
Bu yanlış tefsir Türkkan’ın (ve partisinin) başına iş açar mı, bilmem.
Nihayetinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı diye bir makam var. Şiddet çağrısı yapmak, bildiğimiz kadarıyla, “parti kapatma gerekçesi” sayılıyor.
Devam ediyor Türkan: “Son vatan burası. Türkiye 780 bin kilometre kare. Türkler Anadolu’ya sıkıştırılmış. Bundan öte verecek hiç kimseye bir parçamız yok. ‘Burası bizim toprağımız’ diyenlere bir sözümüz var. Evet, orası sizin toprağınız ama altı sizin toprağınız üstü bize ait...”
Kim, kimden toprak istiyor?
Bunu açıklamak görevi, değerli milletvekiline düşüyor...
Kürtler, “Bu topraklar aynı zamanda bizim... Kürtlerin ve Türklerin ortak mülküdür” diyorsa, buradan “Kürtler ortak mülk üzerinde birlikte yaşama iradesi gösteriyor” sonucunu çıkarmak lazım.
Lütfü Türkan ne yapıyor?
Kürtlere “toprağın altını” gösteriyor... “Ancak ölüleriniz bu toprakları mülk edinebilir” diyor.
Devlet Bahçeli’nin “kritik dokunuşları”, dilerim, bu “kafa”yı da kapsama alanına alır.