Başbakan’ın temposu ve meydanların nabzı

Pazartesi günü Başbakan Erdoğan’ın AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla önce Niğde’de sonra Osmaniye’de yaptığı seçim mitinglerini takip ettim. İzlenimlerimi ve miting haberlerini dün Star gazetesinde okudunuz. Ama eksik kalan, henüz aktarılmamış olan şeyler de var.

Merakıma mucip şu noktadan başlayalım:

Sizce Başbakan Erdoğan bu tempoya nasıl dayanıyor?

Sabah erken saatte başlayan gün, iki meydan mitingi, en az bir-bir buçuk saat süren ve meydanları da konuşturan iki konuşma, dört şehir, illerde valilik ziyaretleri, yolda belde halkla buluşma kucaklaşma, gazetecilerin sorularını cevaplama derken saatler 23.00’ü gösteriyor. Ve gün boyu uçaktan inip arabaya, arabadan inip helikoptere, oradan inip araçlara biniliyor, oradan oraya geçiliyor, hep bir hız ve yetişme telaşı. Eh insan bedeni bu da, haliyle yoruluyor.

Mesela o gün mitingleri takip etmek üzere davet edilen gazeteciler olarak biz “Allah aşkına biraz soluklanalım, kendimize gelelim yahu” dediğimiz anlarda Erdoğan ya meydandaki halkla konuşuyor, ya il teşkilatıyla mini toplantı yapıyor, ya seçim otobüsünün önünde dakikalarca ayakta dikilerek camlardan balkonlardan sarkan yahut kaldırımlarda bekleyen insanları selamlıyor oluyor.

Hadi biz bugün kendi tempomuza döndük, eh biraz da dinlendik ama ben bu yazıyı yazarken Başbakan Adıyaman mitinginin ardından bir de Kırıkkale’de halka hitap ediyordu ve muhtemelen dünkü tempo bugün de aynen yaşanmaktaydı.

Halk meydanda konuşuyor

İlginç olan şu ki Başbakan, 13 yıllık iktidar dönemi bir yana, erken yaşta başlamış ve temposuyla birlikte zorluk derecesi de giderek artmış siyaset maratonunun bu safhasında bütün bunları yaparken -illa ki yoruluyordur ama- yüzüne niye hiç yılgınlık bıkkınlık hali yansımıyor?

Bu miting, şu seçim döneminde yaptığımız on beşinci miting deyip sıra savmaya bakmıyor?

Bu durum siyasetçilere özgü bir durumdur diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Belki. Ama o zaman da, şöyle bir dönemde cayır cayır siyaset yapması gerekirken cümleleri daha ağzından çıkmadan yorulan siyasetçilerin durumunu da açıklamamız gerekecek. Neyse.

Dün meydanlarda dikkatimi çeken noktalardan biri de halkın orada sadece dinleyici olarak bulunmaması oldu. İnsanlar konuşmaya doğrudan müdahil oluyor. Cevap veriyor, soru soruyor, tepki veriyorlar ve bunu, takım amigoları gibi bir başlatan olmadan kendiliklerinden ve tekil olarak yapıyorlar.

Bunda galiba Başbakan’ın üstenci bir dille köşeli konuşmalar yapmak yerine kavranması, anlatılması zor, hayli karmaşık meseleleri dahi halkın diline tercüme edebiliyor olmasının payı var. Bu da konuşmayı oylumlu kıvrımlı, sorulu cevaplı hale getiriyor. Meydanla platform arasında anlatan ile dinleyen ilişkisinin ötesinde bilgi ve duygu alış verişi olduğu seziliyor. Nabzın ortak attığını anlıyorsunuz.

Eğilmezsen seninleyiz

Bir siyasinin bunu sağlayabiliyor ve sürdürebiliyor olması elbette bir başarıdır ama uzun soluklu bir konsantrasyon ve motivasyon gerektirdiği de ortada. Bu, Başbakan açısından böyle. Halk açısından bakıldığında da meydanlarda bir devamlılık olduğu görülüyor ama bu defaki canlılığın seçim heyecanı ya da Erdoğan sevgisinden ibaret olmadığı da ortada. Bariz bir “savunma refleksi” var bu kez meydanlarda. Korunmak istenen sadece Başbakan Erdoğan da değil. Saldırıların onun şahsında Türkiye’ye yönelik olduğunu düşünüyor ve nedenini sorduğunuzda bunu aynen böyle söylüyorlar.

“Dik dur eğilme, bu millet seninle”sloganı belki de bu yüzden, halk açısından hem bir beklentinin ve vaadin, hem de Erdoğan’a yönelen saldırıların her defasında harekete geçirdiği kolektif hafızanın dirilmiş ve süzülmüş haline dönüşüyor.

Türkiye halkının, pek çok siyaset bilimcinin, yorumcunun, hatta siyasetçinin anlayamadığı, daha da kötüsü yakıştıramadığı siyasi bilinci oysa bu. Kimi niye seçtiğini, diğerini niye seçmediğini gayet iyi biliyor. Demokrasinin garantisi de bu bilinç değil mi zaten?