Baþkanlýk Sistemi’ne geçmiþte de taraftar olanlar vardý. Ama o zamanki gerekçelerle bugünkü gerekçeler farklýlaþmýþ görünüyor. Turgut Özal meseleyi yüksek sesle telaffuz ederek bu tartýþmayý kamuoyu gündemine getirmiþ, Süleyman Demirel etrafa fazlaca duyurmadan bu konuda çalýþma yaptýrmýþtý. Nihayet Tayyip Erdoðan da aralýklarla Baþkanlýk Sistemi konusunu tartýþmaya açtý; ama kesin bir tutum sergilemedi.
Ancak Özal’ýn da, Demirel’in de, 2007’den önceki Erdoðan’ýn da Baþkanlýk sistemine yönelik ilgileri aslýnda Türkiye’deki demokrasinin “sýnýrlý” oluþundan kaynaklanýyordu. Zira “eski Türkiye”de milletten yetki alan sivil siyaset bu yetkiyi baþta asker ve yargý olmak üzere bürokratik elitlerle paylaþmak durumundaydý. Milli iradenin vesayet altýnda bulunduðu bu rejimde sivil hükümetlerin ülke sorunlarýný çözmek konusunda istedikleri adýmlarý atmasý çok zordu.
Vesayet rejimindeki problemin kaynaðý sadece sistemik deðil, ideolojik olduðu için genellikle “sað” tandanslý olan seçilmiþ iktidarlar, genellikle halktan oy alamayan CHP fikriyatýnýn devletteki temsilcileri tarafýndan dengelenmeye ve çoðu zaman engellenmeye çalýþýlýrdý. Bu durumda özellikle “icraatçý” özellik taþýyan sað siyasetin ufkunda “Baþkanlýk Sistemi” bir çözüm yolu, hatta bir kurtuluþ ümidi olarak asýlý dururdu.
Derken Türkiye’de bazý þeyler deðiþmeye baþladý. Ýktidara geldiði günden itibaren vesayet organlarýnýn her türlü engellemelerine maruz kalan, hatta 367 hokkabazlýðýyla cumhurbaþkaný seçmesine bile izin verilmeyen AK Parti 2007’de halktan büyük oranda destek aldýktan sonra vesayet sistemi iyiden iyiye çatýrdamaya baþladý. 12 Eylül 2010’da yapýlan halkoylamasýyla gerçekleþtirilen anayasal düzenlemeler bürokrasideki ideolojik yapýlanmayý ve atanmýþlarýn seçilmiþler üzerindeki kontrol ve baský gücünü bir hayli zayýflattý.
Dolayýsýyla bugünkü durumda “Baþkanlýk Sistemi” vesayetten kaçýþ için düþünülen bir yol olmaktan çýktý. Bugün sistemik bir problemin çözüm yolu olarak deðil, daha ziyade pratik bir zorunluluk olarak Baþkanlýk Sistemi konusunu tartýþmak durumundayýz. Þunu söylemeye çalýþýyorum: Yönetimde ikili bir yapýnýn ortaya çýkmasýna engel olmak için parlamenter sistemlerde ya cumhurbaþkanýna geniþ yetkiler verilir, buna mukabil baþbakanlarýn gücü biraz daha zayýf olur. Veyahut bunun tersi uygulanýr.
Türkiye’deki mesele 1982 anayasasý ile cumhurbaþkanlarýna haddinden fazla yetki tanýnmýþ olmasý. Bugünkü Cumhurbaþkanýmýz elbette Baþbakan’la ayný siyasi gelenekten de gelmelerinin etkisiyle oldukça uyumlu bir yönetim anlayýþý sergiliyor. Ama yarýnlarý da düþünerek bir yönetim krizi riskini ortadan kaldýracak düzenleme ihtiyacý var. Üstelik bizde cumhurbaþkanlarýný artýk halk seçiyor. Hem geniþ anayasal yetkileri olan hem de halkýn yüzde ellisinden fazlasýnýn oyunu alarak seçildiði için arkasýnda siyasi güç de bulunan bir Cumhurbaþkaný karþýsýnda siyasi iktidarlar fazlasýyla güçsüz kalacaktýr.
Bu durumda ya cumhurbaþkanýnýn yetkilerini azaltacak bir düzenleme yapýlmalý ya da tam tersine Baþbakanlýk yetkileri de Cumhurbaþkanýna verilerek ikili yapýnýn önüne geçilmeli. Bunun adý da Baþkanlýk Sistemi.
Doðrusu, halkýn seçtiði cumhurbaþkanýnýn yetkilerinin azaltýlmasý, Çankaya’nýn daha sembolik bir makama dönüþtürülmesi seçeneðinin benimsenmesi bugünkü konjonktürde pek mümkün görünmüyor. Dolayýsýyla Baþkanlýk Sistemine geçme seçeneði öne çýkýyor.
Yalnýz Baþkanlýk Sistemi derken bizim yüzlerce yýllýk idare geleneðimize aykýrý “Amerikan modeli” deðil, bizim þartlarýmýza ve idare geleneðimize daha uygun bir “Yarý Baþkanlýk” modeli üzerinden bu tartýþmayý yürütmek daha faydalý olacak.