Başörtülüler stil sahibi olabilir mi?

Bana kızmayın, başlıktaki soru bir haberden ilhamla atıldı. Geçen gün Star’da Seda Çakmak imzasıyla yayınlanan haberde, muhafazakâr kadınlar için çıkan moda dergisi Aysha’nın sahibi Pınar Küçükşabanoğlu “Önyargıları yıktık! Başı örtülü bir kadın Nişantaşı’nda oturamaz, stil sahibi olamaz diye bir kural mı var” diye soruyordu.

Haklıydı. Öyle bir kural yoktu, olamazdı, ne münasebetti!  

Lakin, olmayana ergi metoduyla yoksanan durum, sakın olmadığı varsayılan kuralı ve yıkılmak istenen önyargıyı besliyor olmasın?

Elbette, bazı insanları bazı nedenlerle bazı yerlere fiziki ya da fiili olarak yakıştırmayanlar hep vardı. Hâlâ var. Üstelik bu ‘yakıştıramama hali’ tek taraflı da değil.

Bir taraf Nişantaşı’nı mülkü zannedip semte girip çıkacaklara vize uygulamak isterken, diğer taraf, başörtülü kadınları mülkleştirmek ve ‘bazı fetvalar’la sınırlandırmak istemekte.  

Ve evet, hem eski merkez medyanın vahşi ilgisi, hem ateşi yükselten yasaklar, hem ataerkil geleneğin daraltan, tek renge boyayan tahakkümü, gözlenen, müdahale edilen bir alanda tuttu onları. Kimlikleri gibi kişilikleri de yok sayıldı. Entelektüel durumları, donanımları, ilgi alanları, beğenileri, zevkleri hep aynı renge boyandı.

Dışarıdan bakanlar onları 80’ler, 90’lar boyunca kahverengi, lacivert yahut gri tonlarda, uzun robadan pardösüler ve büyük başörtüler içinde gördü. Kıyafetlerinin tek örnekliğinin bir nedeni, üniversiteli dindar gençleri etkileyen İran İslam devrimi ve ‘yükselen İslamcılık’ ise diğer nedeni, satın alabilecekleri farklı modellerde tesettür kıyafetlerinin olmamasıydı. Kapalıysanız bunları giymek zorundaydınız. Mağaza yoktu, marka yoktu, farklı zevklere göre modeller yoktu. Üstelik dönemin giyim zevki de böyle belirlenmişti. Hatta ‘giyim zevki’ yerine ‘kıyafet fikri’ desek daha doğru olacak belki de.  

90’ların ikinci yarısında üretime başlayan ilk tesettür markaları kentli, eğitimli, zevk sahibi kadınlara o çeşitliliği sunamadı ama piyasayı bir ölçüde hareketlendirdi. İlk başörtüsü reklamları muhafazakâr kanallarda dönmeye başladığında ‘içerde’ hayli hararetli bir tartışma da başlamıştı. Tartışmanın merkezinde, ‘dini bir emrin piyasa değerlerine indirgenmesi’, ‘dindarların tüketime özendirilmesi’ gibi temalar vardı.  

Aradan 10 yıldan fazla zaman geçtiğinde, görünür görünmez yasaklı alanlar nihayet seyreldi ve başörtülülerin ‘görünürlülüğü’ de çeşitli nedenlerle arttı. Günümüz seküler dünyasında var olabilmenin kaçınılamaz gereklerinden biri olarak kabul gören ego nefsin yerini almış, artan tesettür markalarının reklam panolarında boy göstermesi sıradanlaşmış ve artık içerden eskisi gibi şiddetli tepki de gelmez olmuştu. Ama sektörün bir ayağı hâlâ eksikti.

Ve son iki yıl içinde, hedef kitlesini başörtülüler olarak belirleyen moda dergileri peş peşe yayına başladı. Önce Âla, sonra Hesna, Enda, Şems-i Tûba, İkra ve son olarak da Aysha.

Yazının başladığı noktaya geldik. Ben, isimlerden dergilerden bağımsız olarak ‘başörtülüler stil sahibi olamaz diye bir kural mı var’ dedirten psikolojiyi tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Reddedişi meydan okumaya çevirten nedenler anlaşılabilir ama ardındaki ‘ezik psikoloji’yi sezmemek mümkün mü?

2006’da Mehmet Şevket Eygi ile bir röportaj yapmıştım. Eygi, başörtüsü yasaklarını bir şekilde ‘başörtülülerin kötü giyinmesine’ bağlamış, çözüm için de başörtülü kızları Paris modacılarına teslim etmeyi önermişti!

İnsanların beğendikleri kıyafetleri giyebilmesi, kendi stillerini geliştirebilmesi için kuşkusuz ürün çeşitliliğinin olması, bunların ‘piyasa’ya bir şekilde sunulması şart. Dergilerin bu işlere yaradığı da ortada. Lakin varlık nedeni bu olan dergiler, özgün bir estetik algısı üretmeye, piyasayı büyütmeye çalışırken yaptığından emin ise, neden gözünü Nişantaşı’na, Paris’e diker? Ve neden yıllarca lanetlediği Amerika’yı reddederek keşfetme sendromuna düşer ki?