Batı, mülteciler ve cadı avı

1692’de Kuzey Amerika’nın Salem kasabasında bir cadı mahkemesi kurulur. Salem, 1600’lerde Avrupa’dan buraya ilk göç eden Püritenlerin kurduğu bir kasabadır. Bu kasabadan 140 kişi cadı ve şeytan olmakla suçlanır. Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk bile vardır. Mahkeme sonucu 20 kişinin öldürülmesine karar verilir. Yaşanan durum, 15. ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa’da çok daha yaygın bir şekilde tecrübe edilen ‘cadı avının’, Avrupa’dan ‘büyük göçle’ kaçanlar tarafından tekrar edilmesinden ibarettir. Kitlesel bir histeri bu kez Salem’de tekerrür etmiştir.

Amerikan ve Batı ‘korkuları’ adına müstesna bir yere oturan ‘cadı avı’ meselesi, şimdilerde ilan edilmemiş bir şekilde yeniden dünyanın gündemine oturmuş durumda. Zira Salem’den 323 yıl sonra; Arap İsyanlarının ardından oldukça görünür olarak, 1980’lerin ortasından itibaren ise sermaye hareketleriyle ve Güney’deki savaşlarla daha sakin bir şekilde küresel bir mülteci dalgası Kuzey’e doğru hareket halinde.

Batılı aklın 1990’ların sonundan itibaren sinemaya küresel felâketler ve küresel -yağmacı- göçler olarak yansıttığı fütüristik filmlerle oluşan zihinsel arka plan, bugün yaşanan mülteci meselesini çerçeveliyor. Hâl bu olunca da, merkezinde korkunun yer aldığı ve neredeyse 15. yüzyıl cadı ürpertisini aratmayacak düzeyde tepkiler ve önlem önerileri ortalığı kaplıyor. Bugün ortaya çıkan nobran tepkilere bakınca, Batılı sosyal muhayyilenin önemli bir tüketim malzemesine dönüşen zombi okumasının mülteci krizinde nasıl arz-ı endam ettiğini acıyarak izliyoruz.

Kâh Ege’de kapasitesinin dört-beş katı savunmasız insanın bindiği botun denize gömülmeye çalışıldığını, kâh on binlerce yalın ayaklı insan sınırları aşmasın diye alınan askeri önlemleri gördükçe, ‘zombi kıyameti’ düzeyini ya da 1692’deki Salem muhakemesini aşacak bir aklıselimin ortaya çıkmasının zorluğu daha iyi anlaşılabilir. Bu durum, ilanında zorlandıkları bir tefessüh halinden başka bir şey değil. Krizin sıcaklığı ile ilk anda salt güvenlik ve lojistik merkezli bir sorun yönetimi çabası görülse de; itiraf edilemeyen, büyük bir felsefi, ahlaki ve siyasi krizin ve tıkanmanın varlığıdır.

20. yüzyılın önemli tarihçilerinden Braudel’in Akdeniz isimli eserinde tartıştığı ‘tarihin öznesine’ dair şümullü bir yaklaşım gösterilmediği sürece, bugün Akdeniz kaynaklı ‘mülteci dalgasına’ güvenlik tedbirlerini aşacak ve mekân algısını anlamlı hâle getirebilecek bir yol haritası çıkması mümkün görünmüyor. Hâl bu olunca, Batı’da aklıselimi temsil eden isimlerin bile dönüp dolaşıp buldukları mucizevi çözüm, ‘Akdeniz’de sürekli devriye gezecek sabit askeri güç’ önerisinin ötesine geçmiyor.

Oysa Akdeniz’i mülteci mezarlığına dönüştüren sorunların kaynağında bugün aynı mültecileri durdurmaya çalışanların doğrudan katkısı olduğu gerçeği masaya yatırılmadığı sürece, kriz(leriy)le yüzleşemeyecekler. Kaldı ki; bir taraftan Suriye meselesine sadece ‘karanlıktan gelen DAEŞ’ heyulası düzeyinde muhatap olanlar, aynı zamanda Suriye’nin dört-beş katı büyüklüğündeki Mısır’da derinden büyüyen dalganın telaffuzunu dahi istemiyorlar.

1989’da kendi duvar(lar)ını ve demir perdeyi yıkanlar, yeni duvarları yükseltmeye çalışıyorlar. Daha hazini ise çeyrek asır önce Macaristan ve Avusturya arasındaki demir perdeleri kesenlerin, bugün benzerlerini inşa etmeye başlamaları.

Böylesine sert bir şekilde içe dönüşün, orta ve uzun vadede krizi daha da derinleştirmesi mukadderdir. Bütün bu sorunlu tabloya rağmen, Batı’nın özellikle 20. yüzyıl siyasi ve entelektüel birikimi, yaşanan krizi aşması için kuvvetli bir zemine de sahip. Mesele, ‘küresel siyasi nihilizm’ ile ‘kurucu bir siyasi müdahale’ arasında tercih yapmakta.