Bazılarının refahı, ötekilerin cehennemi olmamalı

Geçen yüzyılın -aslında geçtiğimiz bin yılın- büyük anlatılara ve ütopyalara dayalı yönetsel yürüyüşü artık bitmiştir...” Fars asıllı İngiliz ekonomist Prof. Hale Afşari’ye ait bu cümle, Ürdün’deki Uluslararası Kadın Dayanışması toplantısında tartışılan, ana gündemlerdendi. 

İlerleme, üretim, keşif, büyüme, gelişim gibi ekonomi-politik başlıkların dünyayı getirdiği sonuçlar hakkında konuşurken, aslında bir kıyamet yürüyüşüne doğru hızla yol aldığımızı gözler önüne seren rakamlar yığılıydı kağıtlarda... Kişi başına düşen tüketim rakamlarındaki artıştan, ulaşım araçlarının hızından, iletişimde geçilen küresel modlardan, kimya ve ilaç sanayindeki atılımlardan, genetik ve uzay araştırmalarına kadar uzanan tüm bu gelişim macerası dünyamızın... Bizlere pahalıya mal olmuştu aslında... İki büyük dünya savaşı, bozulan klimatif denge, artan nükleer tehdit ve tüm pozitif trendlere rağmen bir türlü çözüm bulunamayan; açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar, çocuk ölümleri, giderek açılan adaletsiz paylaşım eğrisi, evsizlik ve beraberindeki dar gelirliliğe has konut/barınak sorunu, vatandaşlığa dair yaşanan krizler ve mülteci sorunları gibi konularla birlikte düşünüldüğünde ... Hakikaten ilerlemiş miydik dünya olarak...

İlerleme, gelişim, büyüme, teknolojik ve bilimsel keşifler gibi artılarımız yanı sıra, yeryüzü olarak kaybettiklerimiz... Hiç de azımsanmayacak boyuttaydı. Prof. Afşari’nin Marksist düşünsel geleneğe bağlı olarak getirdiği sade eleştiri; ilerleme ile refah paylaşımı arasında doğru orantılı olarak sürmeyen ilişki, hatta ilişkisizlik, insanlığı “ilerleme nedir” sorusuna götürüyordu... Daha fazla ve kaliteli tüketim olarak cevaplanan ilerleme’nin, tüm insanlar tarafından ortaklaşa paylaşılamadığı gerçeği, bizi felsefi olarak “niçin ilerlemek zorundayız” sorusuna taşımalıydı Prof. Afşari’ye göre ... 

Dünya üzerindeki savaşların, işgallerin ve insanlık krizlerinin, enerji hatlarını takip eden yol haritası, büyük ve kutsal anlatılarımızdan olan ilerleme ve gelişim kavramlarının, aslında politik birer kandırmacaya dönüştüğünü de gösteriyordu.

Ekonomik büyüme dediğimiz şey, bazılarının ekonomik olarak küçülmesine hatta yok olması esasına dayalıysa, “refah” adını verdiğimiz “büyük anlatı”, “bazılarının refahı”ydı aslında ve bu “ötekilerinin cehennemi” oluyordu aynı zamanda...

 “Güçlü olan zayıf olanı yutar” şeklindeki algoritmiye has işleyiş, insanları sorgusuz sualsiz kabul edilen üstü örtük (aslında aşikar) bir ırkçılığa da götürüyordu bu eleştiriye göre... Üstü örtüktü; çünkü genel bir siyasi kader gibi bakılıyordu ilerleme, büyüme, gelişim ve üretim kavramlarına. Aşikardı aynı zamanda; çünkü sadece öğreti değil, reel politikten onun emrindeki bilimsel düşünceye ve teknolojiye kadar tüm işleyişlere hakimdi bu bakış...

Bu siyasi geçmiş, insanlığa pek de pahalıya mal olan bir asrı geride bırakmamızı sağlamıştı. Atmosferde oluşan devasa yırtıklar, okyanusta yüzen devasa çöp adaları, eriyen buzullarla düşünüldüğünde, büyük anlatılarımızın bedeli, gezegenin yüreğine indirecek boyutlara gelip dayanmıştı...

***

Biz buna “kıyamet” diyoruz. Kuranı Kerim’de defaatle uyarıldığımız son, Yaratıcı’nın bilgisinde ve takdirindedir ve elbette dünyanın da bir kaderi, bu kader bağlamında varacağı bir “ecel”i vardır. Ama bu bilgi bizi; olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini düşünmekten, akletmekten, insan olarak sorumluluk almaktan kurtarmaz. 

Bu bağlamda sonlu olan dünyanın sonlu olan imkanlarıyla nasıl bir hayatı yaşadığımızdır varlığımıza anlam katacak şey... Büyük anlatılar değil, küçük anlarımızın küçük seçimleriyle yürüdüğümüz yollardır oysa anlamı kuran şeyler... İnsana has anlamından kopuk ülküler, insana rağmen sisteme beka sağlayabilir. Bunu geçtiğimiz asırda denedik. İnsana rağmen sistemin artık miadı doldu...