Ben bu tartışmada Yılmaz Özdil’ciyim

Konu ciddi... Gayet ciddi... Tartışmanın bir ucunda “dünya sanatçımız” Fazıl Say var, diğer ucunda Ertuğrul Özkök’ün “bilgiyle, zekâyla, humourla harmanlanmış mizah ne de şahane oluyordiye taltif ettiği Yılmaz Özdil var...

Tabir-i amiyane ile “birbirlerini yiyorlar...”

Yılmaz kardeşimiz, evet, “bilgiyle, zekâyla, humourla harmanlanmış” yazılarında, kendisine ait olmayan bir sınıfsal dili kullanıyor; bu dili temellük etmiş durumda... Seçkinler kastından bakarak konuşuyor, Beyaz Türk dünyasının “öteki” ilan ettiği benzerlerini “gericilikle, gelişmemişlikle, çağ dışılıkla” suçluyor, böylece bütün sınıfsal basamakları atladığını düşünüyor ama biz biliyoruz ki, zevkleri ve beğenileri itibariyle bir karaşın Türk’tür...

Bir ötekidir...

Bir koğulmuştur...

Hülasası, “İzmirliymiş gibi” yapan bir Mardinlidir...

İzmirliymiş gibi yapabilmek için ödediği, ödemek zorunda kaldığı bedeller, yani vazgeçtiği “değerler”, onu Beyaz Türk dünyasında itibarlı bir yere oturtmuş görünüyor ama zaman zaman pırtlattığı refleksleriyle “sevimsiz öteki” ilan edilmekten kurtulamıyor.

Dünya sanatçımız Fazıl Say’a gelince...

Fazıl’ı konumlandırabilmek için, kendisini Fazıl’lar yetiştirmeye adamış ve nihayetinde birinde başarılı olmuş muhterem peder Ahmet Say’a bakmak gerekiyor.

Edebiyatçı kimliğiyle de bilinen Ahmet Say’ın ne türden bir kişilik olduğunu anlayabilmek için de, elbette, Enis Batur’un “Kurşun Kalem Portreler” kitabına bakmak gerekiyor.

Batur, Ahmet Say’la tanışmalarını anlatırken, “hemen imtizaç ettiğini, çok sevdiğini, böylesinin kolay kolay gelemeyeceğini” söylüyor ama portrelerden izlediğimiz Ahmet Say, istikrahla çevreyi izleyen, insanlara tepeden bakan, standart dışı gördüklerini küçümseyen huysuz, rahatsız, geçimsiz, sevgisiz bir insan.

Fazıl Say, bu babanın mamulâtı işte...

Bir şey daha:

Daha önce Fazıl Say’la ilgili yaptığım bir değerlendirmeye (portre denemesine), sevgili Nur Vergin hocam itiraz etmişti.

Fazıl Say’ın çok değerli bir müzisyen olduğunu, bunun dünyaca da teyit edildiğini söylüyordu. Ki, haklıydı. Ama ben “değer” çerçevesinde bir şey söylememiştim. Klasik müzik izleyicilerinin (bu fakir de az çok onlardan biridir) yakından bilebilecekleri bir durumu, “Gould-Say” benzerliğini yazmıştım. Ve eklemiştim:

Bazıları, “dünya çapında müzik dehası” olarak lanse etse de, herhangi bir Avrupa ülkesinde (diyelim ki İngiltere ve Avusturya’da), sıradan kabul edilebilecek orta karar bir piyano sanatçısıdır.

Bach’ı öteden beri iyi yorumladığı söylenir.

Doğrudur.

Fakat kusura bakmasın, Glenn Gould varken dönüp Fazıl’a bakmam bile... Gould, hem gelmiş geçmiş en iyi Bach yorumcusudur, hem de “pathetic” olabilen ve Bach duygusunu (Bach matematiğini) insana geçiren ender sanatçılardan biridir. Gould gerçekten pathetictir. Fazıl Say’da gördüğümüz o “aşkın ve taşkın hal” ise, sadece “fiziksel bir özellik”tir.

Budur Fazıl Say.

Bu kadardır.

Hem dünya sanatçısı olacaksın, hem “süzülmüş ve seçkin değerlerden” geleceksin, hem de muhatabını (burada muhatap Yılmaz Özdil’dir) “koyunlar”, “yandaş medya yazarı”, “sen paralarını saymaya bak” diye aşağılayacaksın.

Bir tek şey söylemek istiyorum:

Fazıl say bıraksın ona buna laf yetiştirmeyi de, önce Türkçe öğrensin. İstanbul Senfonisi, tamam da, bir de İstanbul Türkçesi, İstanbul nezaheti, “İstanbul terbiyesi” diye bir şey var.