Çok üzgünüm.
Dün, yüzüne bakmaya doyamayacağı bir çocuğunu daha kaybetti bu ülke.
Lakin Berkin’in yaralandığı günlerde olduğu gibi dün de ölümden beslenen, ölüler üzerinden siyasi ve moral üstünlük devşirmeye çalışanlar peyda oldu yeniden.
İdeolojik saplantılarına çocuk bedenleri kurban etmekten vazgeçmeyenler şimdi de bir çocuğun ölümüne üzülme tekelini kendilerinde görmekte. Başkalarının canının yanıp yanmadığına, yandı ise ne kadar yandığına kendilerinin karar verebileceğini zannetmekte.
Özellikle görünür yerlerde, sosyal ve konvansiyonel medyada yapıyorlar bunu -ki topluma nefret ekebilsinler.
Şükür ki bu vahşilerin toplumda bir karşılığı yok.
Bu halk çok iyi bilir ki her can azizdir, kaybettiğimiz her can bizimdir.
Farklı düşünüyoruz elbette ama birlikte yaşıyoruz ve ne olursa olsun birbirimizden vazgeçecek değiliz.
Allah Berkin’in ailesine, sevenlerine sabırlar versin, Türkiye’yi bir daha böyle acılarla sınamasın.
30 Mart meydan muhasebesi
Bu defa hakikaten farklı bir seçim bu.
Ağustos’taki cumhurbaşkanı seçiminin erken gerilimi de olabilir elbette ama bence asıl belirleyen başka.
O da şu: Türkiye ilk defa bu kadar derin yaşanan bir devlet krizinin ve ağır çekim bir darbenin ortasındayken gidiyor sandığa.
Toplumun bir yarısı ve iktidar partisi buna “yargı eliyle siyasete darbe” derken, diğer yarısı ve muhalefet “siyaset eliyle yargıya darbe” diyor.
Herkes kesin bir inanç içinden konuşuyor, nefesini tutmuş 30 Mart’ı bekliyor.
Bu defa kararsız seçmen de yok, lakin meydanlar hıncahınç dolu.
Bilgilenme, ikna edilme ihtiyacı duymadığı halde niye gidiyor peki insanlar meydanlara? Coşkuya katılmak ya da siyasi liderlerini görmek için mi?
Tam olarak değil.
Bence bu defa seçmen, görmekten çok göstermek istiyor.
Oyum herkesçe ve şimdiden bilinsin, ayaklar denk alınsın diyor.
Her parti için gerekçeler farklı olsa da, evet bir tür meydan okuyuş bu.
Bir meydan okuyuş
AK Parti mitinglerine katılan halk esasen, iktidar olduğu günden bu yana çeşitli saldırılara uğradığını ve bir kez daha hedef tahtasına konduğunu düşündüğü Başbakan Erdoğan’ın etrafında kenetlendiğini göstermek istiyor.
Buradayım, bana rağmen ona dokunamazsın diyor.
Tam bir savunma refleksi bu, kararlı ve yüksek inançlı.
Başbakan meydandaki halkla güçlü bir iletişim kuruyor, kitleyle konuşmak gibi inanılması güç bir şeyi gerçekleştiriyor. Platformla meydan arasındaki duygu geçişi gözle görülebilir nitelikte.
AK Parti’nin seçim stratejisi iki ayaklı: İşin paralel yapı gibi kavranılması ve anlatılması zor kısmını Başbakan üstlenmiş durumda. Bunu halkın diline tercüme etmiş ve olumlu feedback almış görünüyor. Kampanyanın adaylar ve hizmetlerle ilgili kısmı ise “ben lafa değil icraata bakarım” mottosuyla kitle iletişim araçları üzerinden yürüyor.
Görünme, gösterme arzusu CHP mitinglerinde de var. Yakın zamana dek CHP’ye kerhen oy verenlerin azımsanmayacak yekun tuttuğu hatırlanırsa, bu defa partiye gönüllü yönelim artmış görünüyor. Lakin kitleyi ortaklaştıran ve meydanlarda buluşturan temel etmen, iktidar partisi hakkında ileri sürülen rüşvet ve yolsuzluk iddialarına inanıldığını dünya aleme, en çok da AK Parti’ye göstermek arzusu.“Birleştirici güç” Kılıçdaroğlu’nun temel argümanının bu olması ve meydanların bu noktada canlanması da bir gösterge.
MHP’de her zaman ki gibi ağırbaşlı bir hareketlilik var. Paralel yapının siyasi sonuç için servis ettiği iddialar ve gayri-meşru mühimmat yazık ki burada da meşrulaşma imkanı bulmuş durumda. Sloganını “ya yolsuzluk ya MHP” olarak seçmiş olsa da Bahçeli, aklıselimi elden bırakmıyor, kritik bir evrede kitlesini meşru zeminde tutmayı başarıyor.
Çözüm süreci başladığından bu yana siyasi bir parti olarak kendini yeniden inşa eden BDP, meydanlarda temkinli.“Öz yönetimle özgür kimliğe” gibi pek çoklarını “huylandıracak” bir slogana tutunsa da siyasi rekabetin gereğini yapıyor lakin süreci zora sokacak bir taşkınlığa tevessül etmiyor.
Zaman daralıyor. Haydi hayırlısı.