‘Bilal’e rağmen ‘Huzur Sokağı’

"Huzur Sokağı”nın ikinci bölümünü oğlumla birlikte seyrettik. Bilal için; “Dershanedeki Abi’lere benzemiş, ama biraz Amca gibi de” dedi...

Kitabın geçtiği yetmişlerle bizim yaşadığımız 2 binler arasında çok şey değişti elbette, dizinin en ciddi handikaplarından birisiydi bu.

Benim diziyle ilgili açtığım parantezdeyse kadın/erkek, merkez/çevre ilişkisine dair sorular vardı. Şule Hanım’ın yazdığı kitabın merkezinde Feyza yani bir kadın karakter varken... Dizinin merkezinde Bilal’in oluşu üzerinde düşündüm. Şule Hanım, Feyza’nın yaşadığı dönüşümü mahsusen Bilal’e bağımlı olarak anlatmamıştı kitabında, bu iki kahramanın kesişmez yolları hatırlarsanız romanda... Kadının hidayet dönüşümünü erkeğe borçlu olmayışı fikrini perçinler bu haliyle Huzur Sokağı... Feyza, evet Bilal’i sevmiştir ama hayatındaki büyük dönüşümü Bilal’siz yapar. Kitabın merkezinde tüm dış zorlamalara karşı tek başına göğüs geren bir kadın profili hakimdir. Dizideyse her şey adeta kanatsız melek Bilal’in etrafında dönüyor...

Ayrıca dizideki örtülü kadınların (çok sevimli olmalarına rağmen) cümlesi birden evliliğe, başgöz etmeye ve edilmeye takmış vaziyette sergileniyor ki bu hem doğru değil hem de “doğru değil”.

Dizideki örtülü kadınların yaşlıları fasulye kırıp dikiş dikiyor, örtülü kadınların gençleriyse kreşte çocuk bakıp evleneceği günleri sayıyor. Ne var bunda diyeceksiniz belki, ama gerçek hayattaki örtülü kadınların dünyası bunlardan ibaret değil ayrıca kadına dair masumiyet klişeleri de değişti 70’lerden 2 binlere... Bunu şöyle güncelleyebilirim: Mesela dizide Arakan’a yardım gibi oldukça aktüel bir konu işleniyor, yardım standında bir grup delikanlı var, Feyza da yardım eden olarak pozisyonda yerini alırken, aynı karede tek bir örtülü kız yok, dolayımdaki örtülü kız ise Feyza’yı kıskançlıkla eleştiriyor. Halbuki diziyi hazırlayanlar biraz sokağa baksalardı... Üniversitelerde, dernek ve vakıflarda hatta mahallelerde İslami kesimin kızlarının, sosyal dayanışma meselesinde erkeklerden daha aktif olduğunu derhal görürlerdi. Dizinin bu gibi gerçekleri cidden çalışması gerekiyor...

***

“Kanatsız Melek” formunda seyrettiğimiz Bilal çok abartılı bir iyilik perisine dönüşmüş değil mi sizce de. Neredeyse sır kapısı kıvamında mahalleden üniversiteye her hadisenin merkezinde bir kurtarıcı Mehdi konumunda adeta...

Oysa Şule Yüksel’in “Huzur Sokağı”nı, diğer “hidayet romanları” arasında kült haline yükselten şey; erkek kimliğini “hidayete erdirici” formda sunmamasıyla ilgilidir. Şule Yüksel, bir bakıma Hekimoğlu İsmail ve Minyeli Abdullah’ın “kadın” formu üzerinden senkronizesi, rövanşı gibidir. Kadına dikkat çekmiştir Şule Hanım. Sonrasında gelen Emine Şenlikoğlu tarzındaysa, daha radikal bir şekilde devam ederken bulursunuz bu kadına has işaretlemeyi... 80’leri özetler Şenlikoğlu’nun çıkardığı Mektup Dergisi’nin logosu; “Kadınların kaleminden kadın/erkek herkese”.

İslami kesimin yazan kadınları, Şule Hanım’ın açtığı kavşaktan sonra, ütopik kurtuluşu ya da bilinç yükseltimini erkeklerden beklemeyen bir rotada devam ettiler. Takiben 90’larda Cihan Aktaş ve Yıldız Ramazanoğlu, kadını toplumsal sorunların merkezine taşıyan yazım macerasını tercih ettiler. Fatma Barbarosoğlu politik yüklerden diğerlerine nazaran arınmış bir tarzda çizdi kadın karakterlerini. Onların devamındaki 2 binlerdeyse, “kadına dair bir tarih/zaman var mıdır” şeklinde daha ontolojik bir soru eşlik ediyor benim kalem serüvenime. Hanım hanımcık ve hep düzenli tertipli gitmiyor yazınsal birikim, Fayrap’tan Melek Arslanbenzer’in “dirlik değil yalnızca düzen” haykırışıyla, Bilal’e küçük dilini yutturacak sert bir eleştiri de yükseliyor. İçeriden içeriye... 

Sözün gümüş sükutunsa altın olduğu Doğu geleneğinde, kadınların yazması niçin kıyametin alametlerindendir hiç düşündünüz mü? Bilal’e yani erkeğe rağmen yapılan bir iştir bu çünkü...