Benim gibi çok genç yaþda tesâdüflerin sevkýyle yurddýþýnda yaþamaya baþlayanlar o ülkelerde Türkiye algýsýnýn ne merkezde olduðunu ister istemez merâk ediyorlar.
Acabâ bizi nasýl görüyorlar yâhut daha da kestirmeden acabâ bizi beðeniyorlar mý sorusu, zihinlerdeki “demirbaþ” sorulardan biri hâline geliyor. 50 küsur yýl oldu, ben bugün hâlâ elime bir yabancý gazete alýp üstünkörü bile olsa sayfalarýný þöyle bir çevirirken gözüm mütemâdiyen ve bir bakýma otomatikman Türkiye’yle ilgili bir haber, bir yorum arar. Tabii tv’de Türkiye veyâ Türklere dâir bir program olursa da izlemek isterim.
Bu konuya iliþkin olarak bir gözlemimi aktarmak istiyorum:
Benim gencecik bir üniversiteli olarak yurdýþýna ilk çýkýþým 1959’dadýr. Zâten o târihden îtibaren ilâmâþallah dönmek de nasîb olmadý desem yeridir. 24 ay yedeksubaylýk için önüyle arkasýyla yaklaþýk üç yýl bir; Alman televizyonundan ayrýldýkdan sonra ise her sene beþer altýþar aylýk tevakkuflar. Hepsini toplasanýz beþ altý sene anca eder. 53 senede dokuz sene.
O ilk yýllar ve devâmýnda Türkiye Alman kitle haberleþme organlarýnda egzotik bir diyâr
olarak algýlanýyordu. Biraz eþsiz tabii manzaralar, biraz yemek biraz da Osmanlý-Prusya iliþkileri o kadar. Bu durum bâzýlarýna yadýrgatýcý gelebilir ama deðildir. Çünki gerçi Ýkinci Dünyâ Savaþý’ndan önce Türkiye ile Almanya arasýnda sok sýký münâsebetler vardý ama o nesil savaþ yüzünden týrpanlanýp gitmiþdi. Yenik ve yerlerde sürünen Savaþ sonrasý Almanyasý’nýn öncelikleriyse bambaþkaydý, yüzünü âdetâ tümüyle Amerika’ya çevirmiþ, kendinden kopmuþdu. Almanya’nýn tedrîcen kendine gelmesi ve aslýna rücû etmeðe baþlamasý 1970’lerden bu yanadýr.
Bu ikinci safhada ise Türkiye’nin -kýsmen haklý olarak- çok aðýr bir dille eleþtirisi gelir.
En koyu ve kanlý bir diktatörlükden yýldýrým hýzýyla saðlam bir çoðulcu demokratik düzene geçmeyi baþaran Almanlar, buna niyeti olduðu bile pek söylenemeyecek Türkiye’ye yukarýdan bakarken bunda elbet övünme duygusunun da rolü vardý ama tamâmen haksýz olduklarý da iddia edilemezdi. Zaman zaman abartýyorlardý o baþka.
Son üç dört yýldýr ise Alman medyasýndaki Türkiye’nin artýk “olaðan” bir karaktere büründüðünü izleyebiliriz. Bundan kasdým artýk Türkiye’ye ne bir “Binbir Gece” gözlüðüyle ne de sanýk sandalyesinde otu
ran bir “þübheli kiþi”ye bakar gibi bakmalarý. Meselâ Ýtalya yâhut Ýngiltere’ye dâir bir haber nasýl yazýlýyorsa Türkiye de ayný “muâmele”ye tâbî tutuluyor.
Bunun ne demek olduðunu ancak iþin içinde olanlar bilir.
Her Türkiye haberini okumaya baþlarken içinizden bir bunaltý geçmesi ve “Bakalým bu sefer nereden vuracaklar?” düþüncesi nâhoþdur en hafif tâbirle.
Bu deðiþim tabii ki kendiliðinden husûle gelmedi.
Benim gibi Türkiye’nin hem içinde hem dýþýnda yaþayanlarýn daha da belirgin biçimde tesbît edebildikleri bir geliþme sözkonusu.
Türkiye uzun süren aðýr bir hastalýðý atlatarak eski gücüne tekrar kavuþmaya baþlayan yüksek tahsilli bir atleti andýrýyor. Potansiyelinin hakkýný vermeðe baþlýyor.
Bu hastalýðýn bu kadar uzun sürmesi bence “yanlýþ tedâvî”nin netîcesi ama o ayrý bir konu. Hangi riyâkâr “hekimler”in buna sebebiyet verdiði ve hangi beceriksiz “hastabakýcýlar”ýn yangýna körükle gitdiði meselesini muhtemelen bundan sonra çok konuþacaðýz.
Fakat kanaatimce þimdi kendini gösteren sür’atli iyileþme önemli ölçüde “hasta”nýn kendine gelerek silkinmesi ve ayaða kalkma irâdesini göstermesiyle de baðlantýlý.
Daha önce de bu mevzûda müteaddid kereler yazdým ama tekrar iþlemek istediðim husûsu özetleyivereyim:
Ben “Tanzîmât”ý Türk Milleti’nin baþýna örülmüþ en tehlikeli ve belâlý çoraplardan biri olarak görürüm.