Bir ‘aydınlanma kahramanı'nın ölümü ardından!

Bir keman sanatçısı ölmüş, haberlere göre. Mozart'ın en iyi keman yorumcularından diye anılır ve ayrıca, 'En az, Paris sosyetesinin en ünlü hanım sanatkârları kadar kibar birisi!' diye anlatılırdı, hanım hocalarımız tarafından, derin bir hayranlıkla.

Kim miydi mi, bu?

'Aydınlanmanın hârika kızı.' gibi bir takım laflarla, çocuk yaşta iken, yurt dışına gönderilmişti, yüksek müzik tahsili alması için. Gazetelerin övgülerinden nasibini devamlı alırdı. 'Âhh Avrupa, Âhh Batı.' diye çarpılan mâlûm taifenin 'aydınlanma meleği' idi. Sonra da, 'Devlet sanatçısı' olarak da taltif olunmuştu.

Bana gelince...

KK Bey'in, 'hiçbir şeyden habersiz, hiçbir şeyi anlamaz' zannettiği bir köylü ailesinin çocuğu olarak, bu aydınlanma sembolünden nasıl haberim olabilirdi ki?

*

1959'da, Samsun köylerindeki küçük dünyamdan Ankara'ya, başkentin büyük dünyasına, -o zaman sadece Ankara'da olan Sağlık Koleji'nde yatılı okumak üzere- geldiğim günleri hatırladım. O günlerin dünyasını ve kendi dünyamı genç nesle anlatırken; (rahmetli) annemin, taa o zamanlardan, '65-70 sene sonralarının, bugünlerin modasının nasıl olacağını öngördüğünü, öyle bir yüksek sezgi gücüne sahib olduğunu' anlatırken, gençler şaşkınlıkla bakıyorlar, 'Nasıl yani?' diyenlere anlatıyorum: 'Pantolonumun dizleri, yama tutmayacak derece yıpranmış ve yırtık, ceketimin yenleri, dirsekleri ve yakası da yine öyle. Ayağımda, 3-5 günde hemen yırtılan kara lastikler... Şimdiki gibi dayanıklı yoktu; pamuk ipliği çoraplar o karalastikler içinde 2-3 gün içinde delinir parmaklarımız dışarı firar ederdi.'

Ankara'ya geldiğimizde, biz kaba-saba, köylü çocuklarına, yemekte çatal, kaşık ve bıçakların hangi elde ve nasıl tutulacağı öğretilirdi; 'aydın ve kibar insanlar böyle yerler.' diye. Ama o öğretilen davranış şekillerini tekrarlamayı yine de beceremezdik.

Akşamları da, dans dersleri verilir; oğlan oğlana, dans ettirirlerdi. '2 adım ileri, 1 adım geri', 'Bel şöyle kıvrılır, diz çöker gibi bir vaziyet alırsınız.' tarifleri, vs... Gülmekten kırılır-geçerdik. Meğer bizleri aydınlatmak için devlet ne zahmetler çekmekteymiş. 'Muasır medeniyet seviyesine erişmek' öyle kolayca mı olacaktı?

Resmî söylemlere göre, aydınlanma çağında, muasırlaşma çağında dev adımlar atılıyordu.

*

O günlerde, M. Kemal'in cenaze töreninin kumandanlığını yapan Fahreddin Altay Paşa'nın hatırâtını okuyordum.

1925 yılında, Ankara gecelerini; her akşam Yüce Şef'inin huzurunda kurulan ziyafet sofralarını, nelerin yenilip içildiğini ve dans partilerini anlatıyordu. Onun bazı yazdıklarını buraya olduğu gibi aktarmak bile olmaz.

Asıl güldüren tarafı şuydu: 'Yüce Şef, o ziyafet sırasında dansları başlatır ve Fahreddin Paşa'sına da; 'Kalk, sen de dans et!' der; o da, dans etmeyi bilmediği halde, kalkmak zorunda kalır ve ellerini 1 metre mesafeden uzatır, ve Yüce Şef'i de ona, 'Yaklaş-yaklaş!.' diye emredermiş..

Biz de onun anlattıklarından 35 sene sonralarda, bir yatılı okulun alt salonunda dans öğreniyorduk; aydınlanacak ve ilerleme kaydedecektik ya. İşte böyle.

O günlerde gazetelerde Suna Kan adında bir hârika kız'dan 'San'at güneşimiz.' diye söz edilir; onca yoksulluklar içinde yaşayan halkımızın Devlet'i tarafından yurt dışına gönderildiği anlatılırdı. O 'hârika kız', Mozart'ın bilmem kaçıncı senfonisini en güzel çalan keman sanatçısıymış ve büyük itibar görürmüş, Avrupa'da.

*

'Aydınlanma'nın o 'büyük sanat güneşi'ni bir kez görmüştüm.

1960 yılının Eylûl ortalarından itibaren Yassıada'da Adnan Menderes ve bütün Demokrat Parti kadrolarının, 'Yüksek Adalet Divanı' diye anılan ve adâletle hiç bir ilgisi olmayan bir zulüm mekanizmasında yargılanmaları başlamıştı. Mahkeme Başkanı, 'Böyle yargılama olmaz.' diye itiraz eden sanıklara ve avukatlarına, 'Ne yapayım sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.' diyecek kadar 'âdil' (!?) bir kişi idi.

O yüksek gerilimli ihtilâl günlerinde, 10 Kasım 1960 günü, Ankara- Kızılay'da, bir sinemada, 10 Kasım 1938'in 22. Yıldönümü dolayısıyla bir program düzenlenmişti. O programda, önce, CHP'nin genç siyasetçilerinden Bülent Ecevit; 10 Kasım 1938'den sonraki cenaze törenine kumandanlık etmiş olan Fahreddin Altay Paşa ve 27 Mayıs Askerî Darbesi'nin, 'İhtilâlin kudretli albayı' diye anılan Kur. Alb. Alpaslan Türkeş, üniformasıyla gelip konuşmuş; sonra da sahneye, 'ilk kadın savaş pilotumuz' diye takdim edilen Sabiha Gökçen çıkmıştı.

O da savaş hatırâlarından ve o ölüm yıldönümünde anılan siyasetçinin emriyle Dersim'de yaptığı hava bombardımanlarından bazı çarpıcı bilgiler anlatmıştı. Ve ondan sonra da, herhalde, 'aydınlanma'nın en çarpıcı sembolü' kabul edildiği için, Suna Kan ve en sonunda da, M. Kemal'in 'manevî kız' olarak nitelenen Ülkü gelmişti, kürsüye. Aydınlanma sembollerinin resm-i geçidi yapılıyordu, adetâ.

(Sonra o Ülkü, sevgili bir Yahudi vatandaşımızla evlenmişti de, 1960'lı yılların ortasında (merhûm) Şevket Eygi'nin Yeni İstiklâl isimli haftalık gazetesinde, yayınlanan bir şiirde, 'Yahudi ülküsü oldu, (...filanın) Ülkü'sü...' diye mısra geçmiş ve takibâta uğramıştı.)

Ben, 'müteveffiye' Suna Kan'ı o zaman gördüm, ama, san'atını icra ettiği mekânlarda hiç bulunmadım ve ayrıca, yıllarca kaldığım o dünyada, diyebilirim ki, Batı müziğinden, benim kulak zevkime hitab etmesi açısından yok diyebileceğim kadar, hoş bir parça veya tını yakalayamadım. Dolayısıyla onun 'aydınlanması'ndan da istifade edemedim.

O şimdi, bu dünyadan giderken de, yerinin neresi olduğuna dair, 'aydınlatıcı' hiçbir ip ucu bilmediğimden, ne diyeceğimi bilemiyor ve sadece 'müteveffiye' demekle yetiniyorum.

*

NOT:

İki banka reklâmı dikkat çekiciydi, geçen hafta.

İkisi de, 2 ayrı devlet bankasına aid.

Birisi, bir bankanın kuruluşunun 85. Yıldönümü dolayısıyla hazırlanmıştı.

Aman Allah'ım! Reklam ama ne reklam. Bir banka değil de, bir siyasî isim küçücük çocukların zihinlerine bir 'ikon' olarak yerleştirilmeye çalışılıyor; 6-7 yaşındaki küçücük bir kız çocuğuna; 'O ölmez, o unutulmaz.' gibi sözler, söylettiriliyordu.

10 yaşında bir kız çocuğu da o 'ikon'laştırılan isme mektup yazıyor, sevgi dolu sözlerini okurken; gözlerinden de birkaç damla gözyaşı geliyordu.

Bu sahnelerin, o bankanın reklamıyla ne ilgisi var? Anlayan beri gelsin.

*

İkinci reklam ise, adetâ, öncekine 'nazire' o olsun dercesine güzellikte yapılmıştı; bir katılım bankasının.

*

Bir dede ile küçük torunu sohbet ediyorlar.

İrfanî denilebilecek faydalı bir konuşma ve düşündürücü sahneler.

Dede ile torunu arasındaki karşılıklı konuşmalar şöyle -özetle-:

*Dede, paylaşmak ne demek?

-Kalbinden kopanı verip gönül kazanmaktır. Çünkü en büyük servet, insan biriktirmektir.

*Servet ne demek?

-Bize ailemizden kalan veya emeğimizin karşılığı elde edilen sermaye çalıştırılırsa servet olur.

*Sermâye ne demek?

-Emeğin hak ettiği değerdir. Başarı onunla gelir.

*Başarı ne demek?

-İnançla çalışıp helâl kazanç edinmektir.

*Kazanç ne demek?

-Paylaştıkça kazanılan gönüllerdir, gönül birliğidir.

*

**

Evet, bu güzel ve öğretici, düşündürücü reklam'ı hazırlayanları tebrik etmek gerek.

Çünkü bir banka reklamında pek rastlanılmayan derinlikte bir hoş sohbet.

*