Bir bayram sabahından ‘Ümmet-i Vâhide' manzarası, ve..

Dün, bizim yaşadığımız ve komşu coğrafyalarda Kurban Bayramı idi. Ama, dünya Müslümanlarının yarısından fazlasının yaşadığı, Endonezya, Malezya, Tayland, Myanmar, Bangladeş, Pakistan, Hindistan, Afganistan gibi coğrafyalarda Kurban Bayramı bugün, idrak olunuyor.. Bu durum, dünyanın devamlı kendi etrafında deveran etmesinin de sonucu.. İşte bu yüzden, dünyada vakti gelince, 'Ezân-ı Muhammedî'nin okunmayacağı hiçbir zaman ve mekân yoktur..' denilmiştir.

*

İslâm Milleti'nin duygu ve düşünce olarak aynı potada eriyip şekillenmesi açısından, Bayramların ve hele de Bayram Namazları'nın ayrı bir rolü vardır.

Hele de İstanbul'da, başka coğrafyalardan turist olarak gelmiş veya çalışma izni ya da ikamet hakkı olan -yüz binlerce Müslüman, özellikle Ayasofya, Sultan Ahmed, Fatih câmileri gibi mekânlarda toplanıyorlar. (Dev Süleymaniye Camii, biraz sapada kaldığından, o bölgenin canlandırılmasına kadar, o câmiin cemaat fukaralığı devam edecek demektir.)

Dün sabah, Bayram Namazı vakti İstanbul'da, 06.00' 6-7 dakika geçerken giriyordu. Ve o saatte de, metro ve otobüs seferleri saat 06.00'da başladığından insanlar uzak mesafelerden bu büyük câmilere kitleler halinde geliyorlardı, dudaklarında 'Tekbîr'lerle..

Yahyâ Kemâl, musıkîmizin en büyük üstadlarından olan Mustafa Itrî Efendi'yi anlattığı şiirinde, uzun şiirinde, bayram namazlarına gelen bu müminler ordusunun anlatırken, Itrî için, 'şafak vaktinin cihangîri' ifadesini kullanır ki, dün sabah o on binlerin Fatih Câmii'ne gelişinde, o mısraları hatırladım:

'Büyük Itrî'ye eskiler derler,

Bizim öz mûsıkîmizin pîri;

O kadar halkı sevkedip yer yer,

O şafak vaktinin cihangîri,

Nice bayramların sabâh erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i. (...)'

Gerçekten de, 'Allahu Ekber, Allahu Ekber../ Lâilâhe illallahu (v)Allahu Ekber ../ Allahu Ekber ve Lillahil'hamd' şeklindeki kelimelerle bestelenmiş o 'saltanatlı tekbîr' sadece bizim yakın coğrafyamızın değil, bütün her yerdeki Müslümanları da alıp götüren muhteşem bir şaheser..

Bunu dün sabah Fatih Câmii ve iç avludan dışarıya da taşan, her ırk, renk, cins ve yaş grubundan on binler, o 'saltanatlı tekbîr'i öyle bir vecd ve huşû içinde terennüm ediyorlardı ki, niceleri heyecandan gözyaşlarını tutamıyordu. Çünkü, bütün o farklılıklar içinde, bi, nice çaresiz acılar içindeyken bile, güçlü bir 'Ümmet-i Vâhide' ve bir muazzam 'İslâm Milleti' olduğumuzun gizli feryadını da terennüm etmiş oluyor ve dünyanın her tarafında çektiğimiz acılarımızı da, o anda, daha bir derinden hissediyorduk.. Çünkü, bu 'Kelime-i Tevhîd' /yani, 'Lâ İlâhe İllallah' ibaresi, bizi gönüllerimizde 'tevhid-i kelime' /söz birliği' etrafında birleştiriyordu, ama, 'İslâm Milleti', olarak, yazık ki, tam da emperyalist-şeytanî güçlerin dayatması ve planmasına uygun olarak, o emperyal güçlerin entrika ve dayatmalarının ortaya çıkardığı 50'den fazla devlet örgütlenmesinin her birisinin önce kendi menfaatlerini düşünmeleri yüzünden, güçlerimizi birleştiremiyoruz, hâlâ da..

Ama, acılarımızı bayramlarda daha bir derinden hissedişimiz, bizi daha bir şuûrlandıracak inşaallah..

Çünkü, dün sabahki o yüzbinlerin yüzlerinde görülen, bir bayram sevincinden ziyade; başta Gazze olmak üzere dünyanın pek çok bölgelerindeki Müslümanların karşı kaldığı büyük sıkıntı ve imtihanları yansıtan 'acı tebessüm' bu şuûrlanmanın işareti gibiydi..

*

Ve bir diğer konu..

Rifat Boynukalın'ı ebediyete yolcu edişin ardından..

Dün, İstanbul- Fatih Câmii'nden ebediyet yolculuğuna, ilginç bir yolcuyu daha uğurladık.

Bu, son 40-50 yıl boyunca gözlerden uzak yaşayan Rifat (Boynukalın) ağabeydi.

Rifat ağabeyi 55 yıl öncelerden beri tanıyordum.

Merhûm Erbakan Hoca'nın Millî Nizâm Partisi'nin kuruluşundan itibaren her kademesinde, Hoca'nın en yakın çevresinde bulunan bir mühendis idi. Azimli, heyecanlı bir davâ adamında bulunması gereken özellikleri üzerinde toplamış bir ağabeyimizdi.

1975-80 arasında, yakın dostlar arasında, kendimizi geliştirmek için, 7-8 kişilik bir grup olarak haftalık olarak çalışmalarımızı her Cumartesi sabahı, birimizin evinde kahvaltılı olarak sürdürüyorduk. (Merhûm) Emin Saraç Hoca'nın nezaretinde, merhûm ilâhiyatçı Nedim Orhon, Rifat ağabey, Emrullah Hatiboğlu Hoca, ve 2-3 kişi daha, sessiz-sadâsız ve iddiasız, bu çalışmamıza devam etmiştik. Ama, sonra 12 Eylûl 1980 günü, bir diğer Askerî Darbe ile ve bir takım ilke ve devrimler adına bir kez daha kurtarıldığımızın ilân edilişi ile gönül bağımız kopmadıysa da, bir araya gelmemizin imkânı kalmamıştı..

Sonra.. Rifat ağabey, eczacı olan merhûme refikasının Fatih'teki eczanesini de kapatarak Arabistan'a gitti, ailece..

Hicaz'da Hacc dönemlerinde Hicaz'a -vazifeli olarak- her gidişimde de hem Rifat ağabeyle, hem Emin Saraç Hoca ve Emrullah Hoca'yla görüşürdük.

6-7 yıl kadar önceydi, İstanbul'da buluştuk, Üsküdar'daki evinde birkaç kez sohbet etmiştik.. Siyasî çalışmaları yetersiz buluyordu, çoğu gibi, o da, bir genç arkadaşın Başbakan olmasından ümide kapılmıştı. Ama, o rüya çok sürmedi.. Rifat ağabeyle zaman zaman telefon eder, dertleşirdik,.

Rifat ağabeyin çocukları ciddî bir öğretim gördüler. Ancak büyük oğlu Ömer, trajik bir şekilde vefat etti. Mehmed'e gelince, Üniversitede İlâhiyât alanında öğretim üyesi olan oğlu ise, Ayasofya tekrar câmie döndürüldüğünde Ayasofya İmamlığı'na tâyin olunmuştu, kısa süre için...

Evet, Rifat ağabey, bir ömür boyu, ümidler, çırpınışlar, çabalar sonunda, fâni yolculuğu tamamladı ve ebediyet yolculuğuna çıktı. Bu yolculukta 'rahmet-i ilâhî'nin kendisine yoldaş olmasını Allah'u Teâlâ'dan niyaz ediyorum.

*