Bir Müslüm Gürses hikayesi

Modern Türkiye’nin hikâyesi, baştan sona bir “bastırılanın geri dönüşü” hikâyesi aslında. Siyasi alan için de böyle bu, ekonomik ya da kültürel olarak da, başka alanlarda da. Ulus devletin vaktiyle üstünü örterek yok saydığı, unutmak ve unutturmak için yer yer zor kullandığı ne varsa, zaman içinde misliyle geri döndü. Kâh başkalaşıp yeni sorun alanları yaratarak, kâh dönüşüp dönüştürerek.

Batı’yı taklit sayesinde çağdaş uygarlık seviyesine ulaşılacağı inancıyla yola çıkan Cumhuriyet’in “müzikal mühendislik” çalışması da bu yüzden dikiş tutmadı. Muhtelif yerlerinden mütemadiyen patladı. Kendi öz müziğinden utanma şeklinde tezahür eden “aşağılık kompleksi” öyle boyutlardaydı ki, bir ucu Cumhuriyet döneminin en büyük halk ozanlarından Aşık Veysel’in sazını kırmaya, diğer ucu on yıllar boyunca milli mesele haline getirilmiş olan Erovizyon’a “opera opera” diye ünleyen bir şarkıyla katılmaya yani kendi halinden bihaber olarak tereciye tere satmaya kadar varıyordu.

Kara kuru kalabalıklar 

Ama hayat, hiçbir yapaylığı kaldırmıyordu.

İniltisi ilk olarak 1960’lardan sonra duyulsa da 70’lerde iyice yükselen arabesk müzik, işte böyle bir patlamanın adıydı ve kentli, eğitimli, varlıklı seçkinlerin arabeskle karşılaşması, kendileri açısından son derece sarsıcı olmuştu. Bu kemanlı darbukalı müziği üretip tüketenlerin bu kadar yakınlarına sokulmuş olmaları ayrıca rahatsızlık vericiydi.

Öyle ki, işçi olarak çalıştıkları inşaatlardan, kapıcı durdukları apartmanların rutubetli bodrum katlarından, konfeksiyon atölyelerinden şehre dağılıyor, meydanlara çıkıyor, kibar hanımların ve beylerin yaşam alanlarında boy göstererek şehrin estetiğini bozuyorlardı.

Üstelik Vali Nevzat Tandoğan’ın şalvarlı, poturlu köylüleri zabıta marifetiyle meydanlardan kovalattığı Tek Parti günleri de geride kalmıştı. Memlekette “darbeli” de olsa demokratik bir sistem iyi kötü işliyordu ve bu kara kuru, lahmacun kokulu kalabalıklar sadece şehirlere değil siyasi alana da kendi renklerini vermeye cüret ediyordu.

Göç ve Arabesk

Memleketin sağ-sol siyasi hareketleri tüm enerjilerini soğuk savaş döneminin karşı kutup gerilimine harcarken ve devlet var gücüyle “komünizm bu kış da gelmesin” diye abanırken artık köyünde karnını doyuramayan Anadolu insanı kara trenlere binip ya Almanya’nın ya büyük şehrin yolunu tutuyordu. Orta Asya’dan Anadolu’ya yapılan ilk büyük göçün devamını getiren “ikinci büyük Türk göçü” Türkiye’yi hızla değiştirecek olması itibariyle de tarihi öneme sahipti.

Ama gelenleri yabancılayanlar sadece sonradan olma seçkinler değildi. Halkı için devrim yapmaya hazırlanan ama onları tanımayan “yerli oryantalistler” de aynı homurtuya dahildi. Belli ki o yüzden, bir şarkısında “duvara astığın çorabın sahibi geldi” diyordu Cem Karaca.

İşte o beğenilmeyen, burun kıvrılan müziğin “ üç baba” sesinden biriydi Müslüm Gürses.

Ne yaptığı müzik ve seslendirdiği şarkılar, duygular sadece ona aitti, ne de içinden çıktığı sınıfın hikayesi ondan ibaretti. O, amorf, devinen, kıvranan, inildeyen bir kalabalığın maruz kaldıklarına, güç yetiremediklerine “itirazım var” diyor ve toplumsal karşılığını öyle buluyordu.

Kendisi ve müziği gibi kitlesi de aşağılandı. Sonradan ehlileştirilmek istendi, “projelendirildi”. Ama o, Müslüm Baba olmaktan vazgeçmedi.

Maço, kaba saba, kıllı tüylü diye aşağılanan erkek tipolojisine yakıştırılmasa da, sevdiği kadını hakkıyla yüceltti, “ya git, gittiğin yerde mutlu ol, ya kal, kalbimde tahta sahip ol” diye seçenekler sunabildi.

Kendi kısa hikâyesinin sonuna geldiğindeyse, uğurlandığı mekânlar -büyük hikayeye de uygun şekilde- CRR ve Teşvikiye Camii oldu. Bir ömür, zinhar yakıştırılmadığı, yaklaştırılmadığı yerler yani.

Ruhu şad olsun, sevenlerinin başı sağ olsun.