Bir Rum olarak Ben

Temmuz ve Ağustos, köşe yazarları, hattâ sütun yazarları için bile bir bakıma laf kıtlığında asma budama aylarıdır. Çünki bu aylarda genel tempo düşer, millet tâtildedir. Bu arada bizzat köşe hattâ “sütun” yazarları dahî genellikle tâtile çıkdığı için büyücek bölümü yazılarını oradan yazar ve -dediğim gibi laf kıtlığından- meselâ “Hükûmetuyuyor mu? Soyunma kabinlerinin mandalları neden böyle sık sık bozuluyor? Biz bugidişle AB’ye nah gireriz!” kabîlinden “hayâtî” konuları -artık nasıl söylüyorlar?- “irdelemek” zorunda kalır.

Mevzû açılmışken:

Ben altı yıldır tâtile mâtile çıkamıyorum ama denk gelmediği için. Yâni memleket meseleleri yüzünden filân değil!!!

Zâten ben meşgûl olmasam bile Türkiye’ye bir halt olacağı yok!

Ne demiş şâir:

“Ölmez bu vatan! Farz-ı muhâl ölse de hattâ

Çekmez kürenin sırtı bu tâbût-u cesîmi!”

İşte o kadar!

Öte yandan şâirlere de fazla güven olmaz!

Neden derseniz, bakınız en büyük şâirlerden biri bu konuda hangi hükme varmış:

“Aldanma ki şâir sözü elbetde yalandır!”

(Bu şâirin adını yazınız!

Hayâtı, şahsiyyeti, eserleri?)

Görüldüğü üzere benim öyle konu sıkıntım yok!

Fakat bugün bütün bunları bir yana bırakarak kendimle ilgili heyecanlı bir konuya değinmek istiyorum:

Bu sabah “Karadeniz’de Gizli Hıristiyanlık” adlı bir inceleme okudum. Buna göre bu bölgemizde halkın büyük bir bölümü aslen Rum ve tabii Hıristiyanmış. 19. Yy.’ın sonlarından îtibâren milliyetçilik akımlarının şiddetlenmesi üzerine korkarak zorla Müslüman olmuşlar. Bir bölümü ise İslâmiyete geçer gibi yapmış ama asıl dînini muhâfaza etmiş. Tıpkı Selânik Dönmeleri diye anılan aslen Yahudi cemaati gibi.

Bu gizli Hıristiyanların en yoğun olduğu kesimlerden biri ise Gümüşhâne’nin Dorul Kazâsı imiş.

Bunu okuyunca heyecanlandım. Zîrâ bizim âilenin kökeni de o Dorul (yâhut Torul) Kazâsı’nın Midi Köyü’ne dayanır. 1852’de İstanbul’a göçmüşler. Bu hesabca benim ağleb-i ihtimâl aslen bir Rum olmam gerekiyor.

Şimdi Peder’e politik mücâdeleleri boyunca neden ikide bir Rum dönmesi dendiğini anladım. Ben Rahmetli ile hayâtı boyunca ve benim İstanbul’a avdet etdiğim zamanlarda ikindi üzerleri başlayıp karanlık basana kadar süren pek çok zevkli müsâhabelerde bulunmuşumdur. Fakat bu konu, herhalde ikimiz de önemsemediğimiz için hiç açılmadı. Bugün keşke diyorum sorsaymışım.

Öte yandan onun bu meseleye dâir bir yazısı ve yanılmıyorsam 1944 Dâvâsı’ndaki Müdâfaanâmesi’nin bir pasajı var. Savcı, İddianâmesi’nde (ne hikmetse!) bu konuya da değinmişdi gâlibâ.

Atsız  o bölgenin fevkalâde saf bir Türkmen yurdu olduğunu, daha doğrusu bir Türkmen yurduna dönüşdüğünü îzâh ediyordu. Bana sorarsanız, târihçi, antropolog yâhut sosyolog olmadığım için bu meselede hüküm verecek hâlim yok.

Esâsen kendimi târihen ve harsen (historiquement et culturellement) “Osmanlı” hissetdiğim için pek de önemsediğim bir husus değil.

Ancak bana “milliyetim” sorulsa (sorulunca) ben tabii ki “Türk’üm.” derim, çünki kendimi öyle hissediyorum.

Buna da umarım ki kimsenin îtirâzı olmaz.

Zâten Atsız da bu konuda kanaatini açıkça söylemişdi:

“Türk soyundan gelenlerle kendini bir Türk kadar Türk hissedenlere Türk denilir.”

N’est-ce pas?