Bir Yılbaşı Hikâyesi

31  aralıklarda ve 1 ocaklarda kaleme alınan sütun yazıları genellikle biraz zorlama olur. Hani âdet yerini bulsun kabîlinden...

Böylece bu yazının sıkıcı bulunmasına karşı peşînen gardımı almış bulunuyorum.

Sıkıcı bir yazı mı olmuş? E, ben zâten başında söylemişdim...

Öte yandan bu uyarıma rağmen bana güvenerek yazdıklarımı sonuna kadar okuyan herkese de tabii şükranlarımı sunarım.

İlginize lâyık olmaya gayret edeceğim.

Sizlere bir yılbaşı hikâyesi anlatmak istiyorum. Kendi başımdan geçen bir olay:

Üniversite yıllarım hayâtımın güzel bir zaman dilimiydi. Bonn’da okudum. Belki bilmeyen vardır, Almanya o zamanlar bölünmüş halde olduğundan ülkenin başkenti geçici olarak Bonn’da bulunuyordu. Öyle olduğu için bu nisbeten ufak şehirde yüzelliden fazla ülkenin diplomatik temsilcilikleri de yer almakdaydı. O bakımdan şehrin karakterine bu iki unsur, yirmibin küsur talebesiyle büyük bir üniversite ve binlerce yabancı sefâret mensûbu hâkimdi.  1964/65 Yılbaşısı bir Alman âilenin evine dâvetliydim. Onbeş yirmi kişilik ufak bir parti şeklinde yılbaşını kutlayacakdık. Fakat tam 31 Aralık günü öğle saatlerinde dâvet sâhibi arkadaşlardan birinin annesi vefât etdiği için karı koca palas pandıras başka bir şehre gitmek mecbûriyetinde kaldılar. O sıralar berâber yaşadığım hanım da zâten kendi ebeveyninin yanına gitdiğinden yapayalnız kalmışdım.

Ben aslında böyle şeylere pek aldırmam. Üstelik yılbaşı da benim için öyle aman aman bir mânâ ifâde etmez. İşte herkes kutladığı için ben de kutlar daha doğrusu kutlarmış gibi yaparım. Bu yeni duruma göre bir plan tasarladım. Müzikli bir lokalde, diye düşündüm, biraz oyalanır, birşeyler içer ve iki lokma atışdırır sonra eve giderek biraz televizyon seyreder, yine iki kadeh parlatır ve uykum gelince de, saat ister 24.00 olsun ister olmasın, vurur kafayı yatarım.

Ertesi sabah da ver elini 1965 Senesi!

Programımın ilk bölümünü aynen uygulayabildim. Daha ziyâde yaşlıca burjuva takımının devâm etdiği, canlı piyano müziği dinlenen bir café-bistronun barında uzunca süre oyalandıkdan ve İtalyan barmenle hayâtın ne kadar şey bi’şey olduğu husûsunda fikir teâtîsinde bulundukdan sonra geceyarısına doğru epeyi çakırkeyf vaziyetde evime, yâni tek odalı çatıaltı apartmanıma döndüm.... ve mâcerâ da asıl ondan sonra başladı!

Alt katda oturan ev sâhibem kapıya bir not iliştirmişdi. İkindi üzeri samîmî bir arkadaşım olan Egmont uğramış ve beni bulamayınca bayağı üzülmüşdü. O zamanlar henüz ceb telefonu çıkmamışdı. Ev sâhibeme, döndüğümde, saat kaç olursa olsun “behemehâl” kendisini aramamı tenbîh ederek ayrılmışdı. Kadıncağız notunun altına “İyi görünmüyordu.” diye bir de hâmiş eklemişdi.

Eğer bu iş’âr olmasaydı o saatden sonra çocuğu aramaz, bu işi ertesi sabaha bırakırdım.

Fakat “behemehâl” ve “iyi görünmüyordu” sözleri biraz miğdemi bulandırdığı için işi sabaha bırakmadım. Çünki Egmont o aylar rûhen pek de sıhhatli durumda değildi. Burada anlatılmasına gerek olmayan birtakım sebeblerden ötürü ağır bir depresyon geçiriyordu. Onun için sür’atle tekrar aşağı inerek deliler gibi bir taksi aramaya başladım. Çünki Egmont’un evinde telefonu yokdu. Tabii yılbaşı gecesi saat 24’e doğru taksi ara ki bulasın!

Nihâyet bir araba bularak arkadaşımın evine vardığımda saat yarımı geçiyordu. Böylece ömrümde ilk ve muhtemelen son defâ olarak bir yeni yıla takside girmiş oluyordum.

Egmont’un oturduğu sokağa sapar sapmaz kafamdan aşağıya kaynar sular döküldüğü hissine kapıldım.

Evin önünde bir kalabalık vardı. Bir ambulansın tepesindeki ufak projektör “sahne”yi yeterince aydınlatıyordu. Onun için daha uzakdan ilk bakışda arkadaşımın yerde yatan cesedini farketmem zor olmadı.

Egmont yarım saat kadar evvel en üst katdan kendini aşağıya atarak intihar etmişdi.

Egmont’un ev sâhibi olan emekli İngilizce öğretmeni beni görünce yanıma yaklaşdı, belli belirsiz selamlaşdık sonra durgun bir sesle “Size bir not bırakmış.” dedi ve iç cebinden çıkardığı bir zarfı uzatdı.

Açdım. Çok kısa bir mektubdu:

“Zâten her yere geç kalırsın!”