Bir zamanlar ‘sol’ diye bir şey vardı

Türkiye eski hastalıklarından, eski alışkanlıklarından kurtuluyor. Büyük bir zihniyet dönüşümü yaşanıyor.

Sol yok.

Darbelerden hesap soruluyor... Suç örgütleri “tasarıları” ve kaos planlarıyla derdest ediliyor... Faili meçhul cinayetler, “failleriyle” birlikte muhakemeye tabi tutuluyor...

Ortalarda sol yok...

Darbe dönemlerinin “yasaklı” filmleri ve “yasaklı” kitapları özgürlüğüne kavuşturuluyor. Milyonlarca kitap hamur olmaktan kurtarılıyor. Üstelik bütün bu işler muhafazakâr bir iktidar döneminde gerçekleştiriliyor.

Sol yok...

Nazım’ın vatandaşlığı iade ediliyor...

Sol yok... Nazım’ın mağduriyeti üzerinden “muhalifmiş gibi yapan” unsurlar da yok. Rutkay Aziz yok, Doğu Perinçek yok, Tarık Akan yok, Ataol Behramoğlu yok...

Olağanüstü hal uygulaması kaldırılıyor; orman yakmak, köy boşaltmak, otoyol üzerinde karakol kurmak, ülkeyi asayiş cehennemine çevirmek gibi utan verici “pratikler” tarih oluyor:

Sol yok...

Kürt dili üzerindeki anlamsız yasak kaldırılıyor.

Sol yok.

Peşi sıra Kürtçe kitap, Kürtçe gazete, Kürtçe şarkı, Kürtçe klip, Kürtçe televizyon devreye giriyor.

Sol yok.

Kürt meselesi “çözüm sürecine” sokuluyor.

Sol yok.

Sol, bir dönem, kan döken, terör uygulayan, metropollerde bomba patlatan PKK’ya tercümanlık ve mihmandarlık yapıyordu... Bekaa’daki tören kıtaları, gül alıp gül vermeler, “bölünme stratejisi” tayin etmeler...

Ölümler arttıkça solun sesi daha gür çıkmaya başladı: “Hemen barış” dedi, “Bu anlamsız savaş durmalıdır” dedi, “Her millet kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olmalıdır” dedi, “Katil ordu” dedi, “Faşist Türkiye Cumhuriyeti devleti” dedi. Ölümler bitince, sol da bitti. Celadetini ve öfkesini, ölümleri bitirenlere yöneltmeye başladı. “Barış” diyen Erdoğan “diktatör Erdoğan”, bir zamanlar “Özgürlük savaşçısı” ilan edilen Öcalan da “İşbirlikçi Öcalan” oluverdi.

Sol, kaosu ve kargaşayı çok sevdi. Barışa ve kardeşliğe ise kuşkuyla baktı.

Solun olmadığı, olmak istemediği alanlar sadece Kürt meselesiyle sınırlı değil.

Tarihsel bir mağduriyet sona erdiriliyor. Gasp edilmiş vakıf malları iade ediliyor. Kapatılmış azınlık okullar açılıyor. Cemaat kiliseleri ve ibadet mahalleri ihya ediliyor... Kısacası, “İttihatçıların bütün pislikleri” temizleniyor.

Sol yine yok.

Döneminin faşizan genelgeleri iptal ediliyor. Bir İstiklal Mahkemesi üyesinin kaleme aldığı “Andımız” zorunluluk olmaktan çıkarılıyor. Milli bayramlardaki “militarist” görünürlük ortadan kaldırılıyor.

Sol yine yok...

Hafta sonu, Diyarbakır’da tarihi bir gün yaşandı.

Kalışı barış yönünde bir adım daha atıldı.

Sol yine yoktu.

Pardon, vardı.

Biri (“sol” bir partinin lideri olduğunu ileri süren biri), gevşek ve lakayt bir tavırla, “Kürdistan diye bir devlet mi var?” diye sordu. (Bu arkadaş, her fırsatta “Atatürkçü” olduğunu söylüyor. “Kürdistan” diye bir devlet yok ama Kürdistan diye bir coğrafya bulunduğunu öğrenmek istiyorsa Atatürk’ün söylev ve demeçlerine, dönemin gazete ve dergilerine, daha olmadı Birinci Meclis tutanaklarına baksın.)

Biri de, “Diyarbakır müsameresi” diye bir başlık attı.

Darbe dönemlerinde büyük mağduriyetler yaşamış bir arkadaşımız bu. Uzunca bir süre “sürgün hayatı” yaşadı... Almanya’da, şurda burda, taksi şoförlüğü yaparak geçimini temin etti. Yurda dönünce de, “içindeki sese” kulak verip “Kemalist saflara” intisap ediverdi.

Sol yayın organlarının tavrı daha umut kırıcıydı.

İki manşet aktarmak istiyorum. Yorumsuz...

Daha doğrusu, yorumu siz yapın.

BirGün gazetesi: “Nerden baksan tutarsızlık.”

Evrensel gazetesi: “Seçim yatırımı gözyaşlarını durdurur mu?”