Sayfanın başına “Birand” yazdım... Bekliyorum.
Gerisini getirmesem de olur aslında.
Kendi kendisini anlatan bir isim...
Nasıl derler, çağrışımı bol...
İsterseniz “Birand” yazıp, arkasına sayfalarca sözcük ekleyebilirsiniz.
Hepsi de, ilginç bir biçimde, Mehmet Ali Birand’a çıkar.
Klasik ifadesiyle, mesleğimizin duayeniydi. Önemli bir gazeteciydi. Böylesi kaç yüzyılda bir gelir bilmiyorum ama haber için deli olan, her an ve her şeraitte haberi düşünen müstesna bir gazeteciydi.
Bu yazıya oturmadan önce, arkasından yazılanları okudum. Ameliyata girerken bile “dışarıda neler olduğunu” soruyormuş.
Dışarıda ne olacaktı ki?
Tıpkı, Birand’ın yazdığı (temenni ettiği) gibi geçmişti her şey.
Diyarbakır’daki sulh ve sükûnet egemendi.
İnsanlar müthiş bir iyimserlik içindeydi.
Polis de, tıpkı Birand’ın temenni ettiği gibi, hassas ve rakik davranmıştı.
Bir badireyi daha atlatmıştık.
Hem de, müthiş bir moral motivasyon yakalamıştık “Türkiyeliler” olarak.
İstersek “meselelerimizi” çözebilirdik.
Bunu kanıtlamıştık.
Doğrusu, bir gün Birand hakkında yazabileceğimi tahmin etmezdim.
Buna ölüm hali de dahil...
Beni bu yazıya, biraz da, haber saatinde yaptığı “veda konuşması” icbar etti. Dua bekliyordu izleyicilerinden. Bir ameliyata girecekti. Basit bir operasyondu. Daha ağırlarını da yaşamıştı. Bu vartayı da kazasız belasız atlatacaktı. Buna imanı tamdı. Ama yine de dua istiyordu.
Kendisiyle yapılan bir röportajda, “Duanın önemine çok inanırım” demişti. Sarsılmaz bir inancı vardı bu konuda. Biliyorum ve eminim ki, hastalığı süresince çok da dua almıştı.
Derler ki, insanlar öleceğini bilirmiş.
Malum olurmuş...
Bir dönemeçte bulunduğumuzu hissedermişiz ve bunu mutlaka tavırlarımıza, sözcüklerimize yansıtırmışız.
Böyle midir? Bilmiyorum.
Bu saikle, haber saatindeki “veda konuşmasını” bir kez daha izledim.
Bir kez daha...
Bildiğimiz “Mehmet Ali Birand sempatisi” ve “sevimliliğiyle” üzerine basa basa “döneceğini” söylüyordu ve “dua” istiyordu. Yüzünden yorgun bir gölge mi geçti? Bana mı öyle geldi?
Birden içimde bir şey “tık” etti.
Malum olduğu için mi bizleri (izleyenlerini) “özleyeceğini” söylüyordu ve sabırsızca yeniden buluşabilme isteğini tekrarlıyordu.
Küçük bir dehşet yaşadığımı itiraf edeyim.
Klavyenin başına geçerken şöyle düşündüm: “Bir yazı yazmalıyım ama bu bir Mehmet Ali Birand güzellemesi olmamalı...”
Rahatlıkla şunu söyleyebilirim:
İyi bir insandı.
Mesleki başarıları, müthiş kariyeri, şunlar bunlar bir yana.
İyi ve son derece saygılı bir insandı...
Kendisini üzenlere karşı bile saygısını yitirmedi.
Düşünceleriniz kesişsin ya da kesişmesin, yanında kendinizi rahat hissederdiniz.
Dilinden emin olurdunuz.
Huzursuzluk duymazdınız.
İki kez karşılaşabildik.
Bir toplantıda (belki de resepsiyonda) burun buruna gelmiştik. Selamlaşmıştık ama konuşmamıştık.
Nazlı Ilıcak’ın evindeki davette (Başbakan Erdoğan da vardı), hem konuşmuş, hem kaynaşmış, hem de ufaktan atışmıştık. Ama öyle sempatikti ki, kızamamıştım. Tanımlanamaz bir “masuniyete” sahipti ve hemen bir dokunulmazlık halesi oluşturuyordu etrafında. İsteseniz de kızamıyordunuz.
Kaybına üzüldüm.
Bu kadar üzülebileceğimi düşünmezdim ama üzüldüm.
Başta Cemre Birand olmak üzere, tüm yakınlarına ve dostlarına Allah’tan sabır diliyorum.
Başımız sağ olsun.