Bireysel başvuru ve tehlikeli meydan okumalar

Demokratik bir ülkede yargının varlık nedeni, demokratik yasa koyucunun iradesine uygun bir şekilde yasaları uygulamak, uygularken de özgürlükler lehine yorumu esas almaktır. Onun dışında bir misyon yüklenen bir yargı, yargı olmaktan çıkar.

Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, Diyarbakır 5. ACM “Anayasa Mahkeme kararının bireysel mahiyette ve sadece başvuran kişiyle sınırlı etkiye sahip olduğu” iddiasıyla tutuklu BDP’li milletvekillerinin tahliye talebini reddetmiş durumda.

Bir mahkeme böyle bir iddia ile talepleri reddedebiliyorsa, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.

Anayasa Mahkemesinin kararları, malum, yargı dahil, bütün devlet organlarını bağlar. Mahkeme bir kanunu iptal ettiğinde, yasama organı aynı konuyu yeniden düzenleme hakkını korur, ama mahkemenin iptal ettiği kanun için “hayır yürürlüktedir” diyemez. Mahkemenin iptal gerekçesini ortadan kaldırmayan bir yeni düzenlemenin yasama bakımından hukuksal meşruiyet sorunu yaratacağını bilir. Hükümet ve sair icra birimleri Anayasa Mahkeme kararları bizi ilgilendirmez diyemez. Bireysel başvurunun kabulünden sonra, en fazla yargıyı bağlar.

ABD anayasacılık geleneği yasama otoritesinin özgürlükler lehine sınırlandırılması fikriyle başlamıştı. Ama “devlet”in “yasama”dan önce de var olduğu kıta Avrupası geleneğinde esas meselenin “devletin” özgürlükler lehine sınırlandırılması ve hizaya getirilmesi olduğu gerçeği ancak 1945 sonrasında anlaşıldı (Fransa ise bir kaç yıl önce anlayabildi). Bu yüzden Anayasa Mahkemeleri kurulurken “bireysel başvuru” kurumu da benimsendi. Bugün Avrupa’da bireysel başvuru sayesinde yargı özgürlükler lehine bir tutum alabiliyor. Oralarda yargı, Diyarbakır 5 ACM gibi düşünseydi, muhtemelen bu kurum doğmadan ölmüş olacaktı.

2010 Referandumu’yla geldi

Türkiye’de darbeci-tekpartici-nasyonalist paradigma içinden dünyayı okuyanların hazzetmediği bir gerçek var. Bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemeleri esasen demokrasiyi ve parlamentoyu, yani demokratik siyaseti, devlet aygıtına karşı koruyor. Anayasa Mahkemelerinin bu bağlamda denetlediği kurumun başında yargı geliyor. Zira kıta Avrupası tarihi yargı kurumu üzerinden demokratik siyasetin nasıl boğulduğunu gösteren pek çok örnekle dolu.

Elbette bu yüzden 27 Mayıs darbesiyle Anayasa Mahkemesini Türkiye’ye ithal ederken, demokrasiyi, devlete ve onun “hukuk adına” konuşma yetkisine sahip parçası olan yargıya karşı koruyacak bir kurum yaratma niyetinde değillerdi. Bu yüzden de bireysel başvuruyu kabul etmediler. Tam tersine mahkemeye devleti, yani aslında darbeci-tekpartici-nasyonalist paradigmayı, demokratik siyasetin “kötülüklerinden” koruma misyonu yüklediler. Mahkeme de 50 yıl boyunca bu misyonu bihakkın yerine getirdi.

Bu kurumun ülkemize kazandırılması için darbeci-tekpartici-nasyonalist düzen ile çatışan güçlü bir iradenin varlığı gerekliydi. 2010 referandumunda hem Anayasa Mahkemesinin yapısı değişti, hem de bireysel başvuru sisteme dahil edildi. Anayasa Mahkemesi, Meclis ve Hükümet dışında, bu düzenin dışına çıkarılan üçüncü kurum olarak yeniden yaratıldı. Elbette aynı şeyi bir bütün olarak yargı bakımından söylemek mümkün değildi.

Yanlış olan ikinci karar

Ve şimdi yerel bir mahkeme, Anayasa Mahkemesinin verdiği karar üzerine darbeci-tekpartici-nasyonalist paradigma doğrultusunda darbe girişimi suçundan sanık (daha doğrusu “mahkum”) bir milletvekilini, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı etkisinden bahisle tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edebiliyorken, diğer bir yerel (Diyarbakır 5. Ceza Mahkemesi) mahkeme, bireysel başvuru kararlarının kişiye özgü ve olayla sınırlı etkiye sahip olduğundan bahisle, darbeci-tekpartici-nasyonalist paradigma ile uyuşmayan, ancak teknik olarak aynı konumda bulunan diğer milletvekillerinin tutuksuz yargılanma talebini reddediyor. Biri meclise gelip devlet protokolüne dahil olup “VIP” statüsüne sahip kılınırken, diğerleri hapishanelerde tutuklu kalmaya devam ediyorlar.

Hatalı olan karar birincisi değil ikincisiydi. Teknik olarak Anayasa Mahkemesinin verdiği kararın bir sonucu olarak birincisinin, içinde bulunduğu paradigmadan bağımsız olarak, serbest bırakılması hukuken doğru olandı.

Anayasa Mahkemesi şunu demişti: Milletvekili hukuken meşru gerekçelerle tutuklandı. Tutuklu iken milletvekili seçildi. Bu arada Meclis AİHM içtihatlarını da dikkate alarak usul kanunlarında bir dizi değişiklik yaptı. Tutuklu yargılama şartlarını ağırlaştırdı. Alternatif çözümler getirdi. Adı geçen şahıs milletvekili seçildikten sonra siyasal faaliyette bulunma hakkının da dikkate alınması gerekirken, soyut değerlendirmelerle tutuksuz yargılanma talebi reddedildi; alternatif çözümler tartışılmadı. Bu Anayasanın 19. ve 67. maddelerine aykırıdır.

Siyasi meydan okuma

Bu önermelerin hiçbiri “kişiye özgü” ve “olayla sınırlı” değildir. İlkeseldir ve sadece ismi değiştirmek suretiyle benzer durumların her birine uygulanabilir; hatta, hukuk alanında son sözü söyleme yetkisini haiz bir üst kurumun kararı olarak uygulanmak zorundadır. Paralellikler bu kadar açık iken, sırf başvuran farklı bir isme sahip diye, tahliye talebini reddetmek, hukuk tekniği, metodolojisi ve yorumuyla açıklanabilir bir durum değildir. Muhtemeldir ki sadece ismin değil, aynı zamanda vekillerin temsil ettikleri siyasal paradigmanın farklı oluşu belirleyici olmuştur.

Böyle ise, sadece Anayasa Mahkemesine ve bununla bağlantılı olarak AİHM’ye meydan okunmuyor. Çok daha önemlisi Meclis iradesine de meydan okunmuş oluyor. Ve bu meydan okuma hukuki değil, siyasi bir meydan okumaya dönüşüyor.

Demokratik bir ülkede yargının varlık nedeni, demokratik yasa koyucunun iradesine uygun bir şekilde yasaları uygulamak, uygularken de özgürlükler lehine yorumu esas almaktır. Onun dışında bir misyon yüklenen bir yargı, yargı olmaktan çıkar.

Bütün referansların kaybolduğu bir değişim ve dönüşüm sürecinde, yargı kurumu toplumun geneli için güven kapısı olmak zorundadır.

Anayasa Mahkemesi 2010’dan sonra bunu nasıl başardıysa, alt mahkemeler de aynı duyarlılıkla hareket etmeli ve bir an evvel bu kabul edilemez durumu düzeltmelidir.

Düzeltirken Anayasa Mahkemesi kararını vekiller bakımından değil, şiddete bulaşmamış tüm belediye başkanları, il genel meclis üyesi vs. seçilmiş olanlar bakımından da göz önünde bulundurmalıdır.