1- Bir ilâhiyat prof’u ve yazar olan ve ülkemizde özellikle ‘hermenötik / tarihselcilik’ diye isimlendirilen cereyanın öncülerinden sayılan bir isim, uzun zamandır, rahatsız.. Geçenlerde yazdığı ve hastalığının ağırlaştığını da anlattığı yazısı okuyucuyu tabiatiyle duygulandırıyordu.
Bir eğitimci akademisyen, bu zatın bir videosunu göndermiş.. Hayretle dinledim.
‘İnsaf.. Bu kadarına da ‘pess!..’ dedim.
Çünkü, Kur’an etrafında gelişen geleneklerle halk arasında bir ‘kutsallık’ oluştuğunu, bu tortular kaldırıldıktan sonra, ‘İşte Kitabınız bu..’ denilse, -kışkırtıcı bir cümle söyleyeceğim- ‘Kur’an gelmese, daha kötü mü olurdu, diye kendime soruyorum..’ diyecek kadar bir çarpık noktaya gelmiş.. Bu sözler karşısında, susarak cevap vermeyi yeğliyor ve kendimle birlikte, ona da bedenen ve ruhen, fikren şifalar niyaz ediyorum.
Ama unutmayalım ki, bu kişi, İlâhiyat prof.’u sıfatıyla nice beyinleri ifsad edecektir. Hele de, ‘ateist’ saldırıların körpe dimağlara daha bir musallat olduğu bir zaman diliminde..
2- AK Parti’nin Sözcüsü olan Ö. Çelik, 2 Ekim günü yaptığı konuşmada, McKinsey konusunun, basit bir danışma şirketinin muhalefet tarafından çarpıtıldığını söylüyordu; tartışılabilir. Ama, aynı sözcü, 15 Temmuz Darbe Hıyaneti’ne direnen Meclis’i överken, ‘Demokrasi mâbedinin savunulduğu’ gibi bir laf da etmez mi; aynı açıklamasında..
Mâbed, ibadet olunan yer, ibadetgâh veya tapınak demek olduğuna göre, sözkonusu sözcünün, ‘mâbed’ ilân ettiği o mekânda, m.vekilleri nasıl bir ibadet veya tapınma fiili içindedir bilmeyiz, ama, bir siyasî kurumun veya yapının bu şekilde kutsanması, ortaya çok çarpık bir anlayış çıkarmaktadır.
Geçen gün Binali Yıldırım da, yeni çalışma yılının başlaması münasebetiyle Meclis’i överken, ‘bazı darbelerle vazifesini yapamaz hale getirildiyse de, Meclis’in, ‘ilk gününden itibaren millete hizmet anlayışı içinde hareket ettiğini’ iddia ediyordu.
1920’de kurulan Birinci Meclis’in, 1923’de nasıl tasfiye edilip, Lozan Andlaşması’nı ve devrimcilik adına, kesintisiz 27 yıl boyunca seçimsiz olarak, parti-devletçe tayin olunan -sözde- m.vekilleri aracılığıyla millete hangi zorbalıkların, kanun adına dayatılmasına o Meclis’in âlet edildiği bilinmiyormuş gibi..
3- Bu gibi ‘kutsama’lar bir başladı mı, nerede duracağı kestirilemez. Bir kurum, bir mezara gitmeyi gündemlerine almayınca, ‘taife-i laicus’un mâlum gazetesi feryadı koyvermiş.. O kurumun koca-koca adamları da, hemen koşmuşlar o mekâna; arz-ı ubûdiyet için.. Tam bir ilkellik dayatması ve sergilemesi..
Bir ünlü futbol kulübü de ard-arda yenilgiler alınca, başkanı, o kulübün ‘isminin ve formasının kutsallığı’ndan sözediyordu, evvelki gün.. Aman, ne kutsal, ne kutsal!. Ya, bu ‘kutsallık’ adına bu ülkeye atılan kazığa ne demeli? Çünkü, 1-2 ay önce getirdikleri Hollanda’lı bir ‘çalıştırıcı’ya, ‘sözleşmeyi sona erdirmeleri’ halinde, 3 milyon Euro ödeyeceklermiş.. 2-3 ayda, 20 milyon lira..
Nasıl? Vatandaşa, dövizlerini, ‘TL’ye çevirmeleri çağrısı yapılırken, bu soygun’a bir çare yok mu?
4- Bülent Arınç’ın, son açıklaması yine ilginçti. Oğlunun milletvekili seçilmesini, ‘Arınç’ isminin bir marka değeri olduğuna bağlamış.. ‘Misk odur ki, o kendisini özelliğiyle anlatır; ‘attâr’ın söylemesiyle değil..’
Bülent Bey, damâdı için ise, ‘F.G.’ye sempati besledi diye zindanda çürümesi mi gerekiyor’ demiş.. Ama, damâdının ‘Etkin Pişmanlık Kanunu’ndan faydalanıp itirafçı olup olmadığını açıklamamış.. Bir cinayet ve ihanet şebekesine dönüşen bir kişi ve çevresi’ne duyulan sempatinin hangi noktalara vardığı ve benzer suçlamalarla binlerce insanın, Bülent Bey’in deyimiyle, ‘içerde çürüdüğü’ bir dönemde, bu yaklaşıma ne demeli? Netâmeli bir konu..