Bu Başdanışman hâlâ ne konuşuyor!

15 Temmuz’a kadar, “Üst akıl diye bir şey yoktur. Üst akıl da neymiş?” yazıları yazıyorlardı ve “üst akıl” kavramlaştırmasını kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’la kafa buluyorlardı.

Hatta hızlarını alamayıp “Diktatör, Mussolini yasaları, Hitler esintileri, Midas’ın eşşek kulakları” diye hakaretler yağdırıyorlardı.

Bir “üst akıl girişimi” olan 15 Temmuz’la karşılaşınca jargon ve ahlak değiştirdiler.

Şimdi, “popülizm” ve “hamaset” diyorlar.

Erdoğan’ı vurmanın kod adı...

Doğrudan dalamadıkları için “paravan” kullanıyorlar, yani içinde “popülizm” ve “hamaset” geçen yazılar yazıyorlar.

Bir de “ortakları” var:

Hürriyetgazetesinin “kurnazı” Taha Akyol.

Kendisi aynı zamanda “Aydın Doğan’ın kıymetlisi” olur.

Hani, ilkokul mezunu bir marangozdan direktif alan HSYK üyelerini “İşte hukukun üstünlüğüne inanmış yargıçlarımız” diye pazarlayan ve darbeden birkaç ay öncesine kadar, “bırakın bu komplo teorilerini, bırakın bu paralel safsatalarını, bırakan bu üst akıl masallarını” şeklinde yazılar yazan adam...

İlginçtir, “hukukun üstünlüğü”ne inanmış sahtekârların darbe girişimine rağmen, hâlâ “popülizm... hamaset... komplo...” diyebiliyor.

Mayıs ayında Başbakan değişmeseydi ne güzel olacaktı oysa...

Kredi notumuz düşmeyecekti.

Döviz yükselmeyecekti.

15 Temmuz’u yaşamayacaktık

Merkel’le düşman olmayacaktık.

Batı’dan kopmayacaktık.

Bunlar da, bir dönem “Başbakan Başdanışmanlığı” yapan zatın mamulâtı.

Batı’nın “dışlayıcı” ve bütün motivasyonunu “öteki düşmanlığı”ndan alan hastalıklı tavrını, “içerideki popülizme” bağlayan utanmaz bir kafadır bu...

Öyle utanmaz bir kafa ki, hem “AK Parti niçin popülist oldu?” diye soruyor, hem de yine utanmadan şunları yazabiliyor: “Avrupa ülkelerinde popülist akımların öne çıkması ve halkın desteğini alması yaygın bir olgu. İki nedenle... Birincisi sistemin kendi işlevini yapamayacak hale gelmesi, ikincisi ise tüm sistemi ontolojik olarak tehdit eden (dış) unsurların varlığı. İlkinin arka planında bir bütün olarak modernliğin krizi yatıyor.” 

Sistem (yani bütün bir Batı sistemi), Türkiye gibi “dış unsurların” varlığını ontolojik tehdit sayıp kendi işlevinden uzaklaşacak, kendi işlevinden uzaklaştığı için de (Almanya ve Merkel örneğinde olduğu gibi) ister istemez “popülizme yönelecek”; bu durum (ayrıca) “modernliğin krizine” işaret ettiği için Batı’nın popülist tavır alması “hak” sayılacak... Ama “taammüden dışlanmış” Türkiye bu hastalıklı tavra karşı “defans” geliştirmeyecek. Geliştirmemeli...

Öyle mi?

Merkelher şeyi söyleyebilir; “Türkiye’yle olan Gümrük Birliği anlaşmasını güncellemeyeceğiz, müzakereleri durduracağız, verdiğimiz kredileri gözden geçireceğiz, Türklerin seyahatine kısıtlama getireceğiz” diyebilir ama AB’den sorumlu Türk Bakan, “Avrupa bu tavırda devam ederse, halkımızın AB sürecine olan desteği zayıflar” diyemez.

Derse, “popülizm” yapmış olur...

Öyle mi?

Entelektüelsin, kültürlüsün, “cahil” deme önceliğine sahipsin, anladık da...

Sen ne dediğinin farkında mısın?

Hem “Batı’nın da kabahati var... Batı ülkeleri de son zamanlarda popülizme yöneldi” diyeceksin, hem de Batı’daki siyasal tercihlerin sonucu olarak ortaya çıkmış “hastalıklı durum”un sorumluluğunu yine “mağdura” yükleyeceksin.

Mayıs ayında Başbakan değiştiği için mi bu kafa karışıklığı?

Nedir?