Bu buhran, 'savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz' ön kabulü ile nasıl çözülür?

Son zamanlarda, herhalde, Rusya- Ukrayna Savaşı ile ilgili olarak, 'savaşın kazananı, barışın da kaybedeni olmaz' şeklinde dile getirilen bir söz, bir genel kural gibi tekrarlanıyor. Bu sözün sonunda bizi de vurması kaçınılmaz durumlar olabilir, geçmişte de olmuştur.

Ki, bu söz, sırf, Rusya için söyleniyorsa.. O zaman dahi, karşı taraf buna bir 'yeni atasözü' olarak itibar edebilir. Çünkü, Rusya, NATO'nun kendisini kuşatmak istediğine dair ve 'yok' denilemeyecek iddiaları dile getiriyordu, savaş öncesinden beri.. Ama, Putin, saldırılarını başlatmadan önce, 23 Şubat 2022 akşamı yaptığı konuşmada, geçmiş asırlara vurgu yaptı ve Rusya'nın sınırlarının coğrafyalarla belirlenemeyeceğini ifadeyle, geçmiş asırların Çarlık dönemlerindeki güçlerine vurgu yaptı, kendi diliyle kendisini tekzip etmiş, yalanlamış oldu..

Putin'in başlattığı 'Rusya- Ukrayna Savaşı' iki taraftan 100 binlerce asker ve Ukrayna'dan on binlerce de sivil insanın hayatına mal oldu, ne zaman ve nasıl sona ereceği de meçhul.. Çünkü, Amerikan emperyalizmi ve NATO'nun Batı yakasındaki müttefikleri, Rusya'nın 'yıldırım savaşı'nı, kısa zamanda, 'yıpratma savaşı' taktikleriyle etkisiz hale getirdi.. Ukrayna, direnmek istemezse, zâten mesele kalmaz; ama, direnme gücünü gösterdiğine göre, Amerika ve müttefikleri, askerî savaşa fiilî olarak bulaşmadan, Ukrayna'ya hemen her türlü modern silâh , teçhizat ve mâlî yardımlarla, Rusya'ya karşı üstünlüklerini sergilemek istiyorlar.. Arada bir, Putin de mukabil tehditleri savuruyor, ama, nükleer tehditlerin iki taraf için de, hattâ bütün dünya için de tasavvur edilemez korkunç bir yıkım olabilir.. Ve, bu durumda, gelinen nokta da ortada.. Fransa Başkanı Macron'un, 'Düşünebiliyor musunuz, bu savaşta her iki tarafla da konuşabilen tek lider, Erdoğan.. Bundan herhalde memnun değilsinizdir..' derken, Batı dünyasındaki siyasî ve diplomatik mahfiller, 'Sahi yahu.. Macron'un tespiti önemli..' demekten kendilerini alamıyorlar..

Ve, bu krizin nasıl biteceğini kimse kestiremiyor..

Ancak, 'yangını söndürecek en iyi çare, yanacak bir şeyin kalmaması' 'mesel'inde olduğu gibi, bu savaş, tarafların birisi veya ikisi de savaşacak güçlerinin kalmadığını görüp 'teslim' işareti vermelerine kadar sürdürüleceğe benziyor. Çünkü, Amerika ve hele de müttefikleri, bir takım ekonomik yükleri üzerlerinde hissetseler de, bir 'askerî savaş'ın tahribatı yanında o gibi sıkıntılar önemsiz sayılır.

Ve gelelim, Türkiye -Yunanistan arasındaki 'psikolojik savaş'a..

Savunma Bakanı Hulûsî Akar yanlış adım, 'Ankara'dan döner..' demiş.. Geçen günlerde de, 'filân silâhlarımız Atina'yı bile vurur..' denilmişti. Ama Yunan Savunma Bakanı da, Meriç'in öte yakasında ve Adalar Denizi'ndeki adaları ziyaret ederek, güç gösterisi yapıyor. Yunan Başbakanı Miçotakis ise, geçen yüzyıldaki seleflerinde olduğu gibi sırtını, yine, bugünün Duvel-i Muazzama'sına/ güçlü veya büyük devletlerine dayamış olarak paçalarımıza saldırmaya çalışıyor. Hattâ 2-3 ay önce, Yunan Deniz Kuvvetlerinin eski kumandanlarından birisi, İstanbul'daki köprülerin birkaç füzelik işi var demişti.

Öyle bir durumda, her halde, Türkiye de seyirci kalacak değildir.

Ancak, burada değinilmesi gereken husus, 'savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz' gibi sözleri bir genel kural havasında telaffuz etmekten kaçınılmasıdır. Aksi halde, kendi sözlerimizle vuruluruz..

Rumeli dediğimiz topraklara Osmanlı Müslümanlarının, -Orhan Gazi'nin kayınbiraderi Mahmûd Şeyhî'nin;

"Kerâmet gösterip suya seccâde salmışsın,

Yakasın, Rumeli'nin dest-i taqvâ ile almışsın.."

beytinde anlattığı üzere, 1356'da Gelibolu tarafına geçmesi, bugünkü materyalist-laik kafaların anlayamayacağı bir durumdur. Rumeli'nin, bize 500 yıl kadar vatanlık etmiş toprakların elimizden çıkışının hikâyesi, Endülüs'ün 785 yıl sonra elimizden çıkışından daha hafif bir felâket değildir.

Avrupa'da 19. Yy. başlarında Grek idealizminin rüzgârıyla, İngiliz aristokrat şairlerinden Lord Byron'un Yunan ayaklanmalarında, Müslümanlara karşı savaşa fiilen katılması ve bütün Avrupa'yı saran ve 'tanrılar diyarı' ve 'Avrupa kültür ve medeniyetinin beşiği' olarak anılan 'antik Yunan'ı uyandırmak çabalarında yer alması hemen hemen bütün Avrupa'yı heyecanlandırmıştı.

Avrupalıların desteğiyle 1830'larda kazanılan bağımsızlık sırasında Yunan Devleti'nin sınırları yine de, Mora Yarım adasının güneyiyle sınırlıydı. Ama, Osmanlı'nın Balkanlar'daki her gerileyişinde, Yunanistan daha bir büyümüştü.

Öyle ki, 1897'de Osmanlı'ya karşı saldırmaya cür'et etmesi üzerine, Sultan 2. Abdulhamîd'in , Müşir (Mareşal) Gazi Edhem Paşa komutasında gönderdiği ordu, 1 ay içinde Atina kapılarına dayanınca, Avrupa'nın 'Düvel-i Muazzama/ Büyük Devletler' denilen güçlü devletleri, 'Yunan'ı Osmanlı'ya yedirmeyiz' dediler ve dediklerini yaptılar da.. Barış masasından sadece saldırganı dövmüş olmanın gururuyla kalkmış olduk. Ama, 13-14 sene sonra aynı Yunanistan'ı, Balkan Savaşı'nda yine karşımızda bulduk ve 500 senelik Osmanlı şehri Selanik bile gitti.

Bütün Batı Anadolu'yu işgal edip, taa Ankara- Polatlı yakınlarına kadar gelen Yunan işgalcilerinin yenilgiye uğratılmasından sonra, Lozan'da, savaş tazminatı olarak , Avrupalıların baskısı üzerine, sadece Edirne'nin Meriç'in öte yakasındaki bir avuçcuk Karaağaç İstasyonu bölgesinin Türkiye'ye verilmesiyle yetindik.. Kıbrıs'ı da Lozan'da verdik.. Batı Trakya'yı da.. Hattâ daha önce, Enver Paşa'nın Rusya'dan geri aldığı Doğu Karadeniz'deki Batum liman şehrini de verdik. Kezâ, Haleb ve (Erbil, Kerkük, Zaho ve Süleymaniye'ye kadar bütün bölgeyi içine alan) Musul eyaletini de 1925'de, İngiltere'ye bıraktık..

*

Ama, dahası, M. Kemâl'in sâdık kalemi Fâlih Rıfkı Atay'ın 'Çankaya' isimli eserinde yazdığına göre, M. Kemal, daha 1907'lerde, Şam'da bulunduğu yıllarda, 'Balkanlar'dan çekilmek ve (bugün Ege Denizi denilen) Akdeniz'de de Anadolu kıt'asına yakın bazı adaların dışında bütün adaların terkedilmesini söylediğini yazar.

Ve bugün, işte o günlerin bedelini ödüyoruz. Yunanistan'ın, 'Ege' diye yunanca adıyla andığımız denizdeki adaların her birisi üzerindeki 'de facto /fiilî' hâkimiyetinin sancılarını çekiyoruz..

(Bu konuya, 4 Ocak günlü yazımızda da bir nebze daha değinelim, inşaallah)