Bizim özellikle de köy dilimizde 'çobanlýk' mesleði, nedense 'fazla beceri istemeyen kimselerin iþi' olarak bilinir ve 25-30 hanelik köyümüzün 30-40 kadar ineðinin güdülmesi iþi, çobanlýðý, köyün en beceriksiz, en çolpalarýna verilirdi. (Siyasette de, beceriksiz tiplerin anlatýlmasý için, 'Bunlar 2 kaz'ý bile güdemezler...' denilmez mi?) Gerçekte, çobanlýk son derece beceri ve dikkat isteyen, gerektiðinde fedakârlýk ve yiðitlik isteyen bir meslekti
'Çoban' hayvanlarý, akþama kadar derelerde, meralarda, ormanlarda, otlak bulunmasý muhtemel yerlerde 3-4 km. çapýný geçmeyecek bir alanda güderdi.
Çobanlarýn torbalarýnda, bir lahmacun büyüklüðü ve kalýnlýðýný geçmeyen, (buðday unu bulunmadýðýndan) lezzetsiz ve insanýn aðzýnda büyüyen 'yavan arpa ekmek' yanýnda, bir baþ da soðandan baþka bir þey bulunmazdý... Bu ekmeði de keþik sýrasýyla/ nöbetle, aileler verirdi. Mýsýr ekmeði olursa, o ötekilere nispetle yine de daha lezzetle yenilirdi. Çobanlar (ve de bizler) akþama kadar, o hayvanlarý güder ve bu arada, yaza doðru yeþermeye baþlayan ve yol kenarlarýnda kendiliðinden yetiþen yabanî erik , 'acýk' (yabanî elma) ve 'çörtük' (yabanî armut)larýn dallarýndan, henüz olgunlaþmamýþ, ekþiliði kaybolmamýþ ham meyveleri koparýr ve elimizdeki o yavan ekmeðe katýk yapardýk...
Çobanýn, 30-40 hayvaný sokamadýðý dar alanlardaki otlaklý yerleri biz bildiðimiz için, kendimize ve emmilerimize ait 2-3 ineði, o dar otlaklara götürürdük.
Ama bizim gözümüzü en çok korkutan iki muzýr yaratýk vardý...
Birincisi, (mandalarý deðil) sadece sýðýr cinsini ýsýran ve arýdan küçük sinekler...
Bu sineklerin sokmasý üzerine, sýðýrlarýn kuyruklarýný kaldýrýp, her tarafa, ekili arazilere, tarlalara, zarar verecek þekilde geliþigüzel kaçmalarý karþýsýnda ne yapacaðýmýz þaþýrýr, onlarýn ardýndan kilometrelerce koþar, bazen aðlayacak hale gelirdik. Bazý sýðýrlar ise, tecrübe kazanmýþ olmalýlar ki, kaçmak yerine yerlerde yuvarlanarak, o 'sinek'lerden kurtulurlardý...
Hani, Yunus Emre, 800 yýl öncelerde, 'Bir sinek bir mandayý kaldýrýp yere urdu, / Yalan deðil gerçektir, ben de gördüm tozunu...' diyordu ya, iþte öyle bir durum... Biz de sineði göremezdik, ama eseri, bizi de periþan ederdi...
Ýkinci korkumuz ise, köy korucularý idi... Çünkü bizim inekler/ sýðýrlar ve onlarýn yavrularý olan düveler ve tosunlar, sinek sokmasý üzerine kaçmaya baþladýklarýnda, ekin tarlalarýný çiðnedikleri, zarar verdikleri gerekçesiyle, o korucular bizim hayvanlarý yakalayýp, rehin olarak götürürler, akþamlarý babalarýmýz gider, o rehin alýnan hayvanlarýmýzý bir paket sigara veya 1-2 lira karþýlýðýnda serbest býrakýrlardý... Bazý acýmasýz ve cahilin cahili 'korucu'lar da, bizi cezalandýrmak adýna, o hayvanlarýn kulaklarýný veya kuyruklarýný keserlerdi.
*
Evet, bugünün nesilleri bu anlatýlanlarý masal zannederler, ama 65 -70 sene önce yaþadýklarýmýzý anlatýyorum...
Ve o zaman halkýn yüzde 80'i köylerde yaþýyordu ve köylü aç-fakir idi... Ülke nüfus 20-22 milyon kadardý...
Bugün ayný ülkenin nüfusu 90 milyona varmýþ bulunuyor ve köylerde yaþayanlar da sadece yüzde 25 civarýnda iken, bu ülkenin ziraî üretimi 90 milyonu doyuracak derecede geliþmiþ... Halbuki, 60 sene öncelerde, Amerika'dan alýnan buðdayý getiren gemilerde bir gecikme olursa, herkes kara kara düþünmeye baþlardý...
Ben köy çocuðuyum... Köyümüze okul yoktu; karþý köydeki mektebe giderdim. Karadeniz'in hele de güz, kýþ ve bahar aylarýnda hemen daima yaðmurlu olan ikliminde, çamurlara bata-çýka karþý köye giderken, çamurda çarýðýmýn ipleri kopar, okula vardýðýmda ve öðretmen, halimi gördüðü için ayrýca, 'N'oldu?' diye sormaya bile gerek duymazdý.
Anam da, komþu köydeki okula giderken, bana, yarým lahmacun büyüklüðünde bir köy ekmeði ve yanýnda da ekmek katýðý olsun diye 1-2 'kesme þeker' verirdi...
Ve öðretmen, bize sabahlarý spor yaptýrýr, sonra da, 'Çocuklar, ana-babalarýnýz spor yapmayý bilmedikleri için namaz kýlýyorlar.' der, biz de bunu büyüklerimize aktardýðýmýzda, onlardan sunturlu bir küfür yükselirdi, o öðretmene karþý...
Bunlarý niçin mi yazdým... Dün 'Öðretmenler Günü' imiþ... Niye, o gün?
Çünkü, bir halkýn yüzlerce yýl okuyup yazdýðý, içinde yetiþtiði bir kültür ve inanç dünyamýzdan zorla koparýlýþýna karþý çýkanlardan yüzlerce-binlercesinin daragaçlarýnda sallandýrýlarak gerçekleþtirilen 'latinleþtirme/ Avrupalýlaþtýrma' dayatmalarýnýn devrimcisine, 'baþöðretmen unvaný'nýn verilmesinin tarihi de, onun için...
Dün, bu münasebetle yayýnladýðý mesajda, Baþkan Erdoðan, 'Bilgiyi hikmetle yoðurup kalbleri terbiye eden birer gönül iþçisi, milletimizin deðerlerini yarýnlara taþýyan birer köprü konumundaki öðretmenlerimiz'in gününü tebrik ediyordu... Elbette, bilgiyi hikmetle yoðuran ve 'milletimizin aslî deðerlerini yarýnlara taþýmak için çýrpýnan' hocalarýmýz da oldu; öylelerine ben de minnet duygularýmý ifade etmek istiyorum...
Aslýnda, çobanlýkla öðretmenlik arasýnda bir baðlantýyý hep kurmuþumdur. 'Hepiniz çobansýnýz, sürünüzden mesulsünüz...' mealindeki 'nebevî hadis' rivayeti ne kadar düþündürücüdür; deðil mi?
Çoban, kendisine emanet edileni 'sürü'yü doyurmak ve korumakla mükelleftir; ve onu baþardýðý nispette 'aranan çoban' kiþi olur... Öðretmen / hoca da, kendisine emanet edilen körpe insan yavrularýnýn kalp ve beyinlerini, sahip olduðu dünya görüþüne, inancýna veya ideolojisine göre þekillendirmeye çalýþan kiþidir...
Biz Müslümanlar, Hz. Peygamber (S) ve bütün 'enbiyaullah'ý baþöðretmenler olarak biliriz... Herkesin öðretmeni kendisine...
*
Dün bir arkadaþa, bir öðretmenin gönderdiði mesajý gördüm... '50 -60 yýl öncelerde ancak hayal ettiðimiz her þeye sahibiz, düzenli bir emekli maaþýmýz var, güzel evlerimiz, arabamýz var, mutlu yaþýyoruz... vs...' diyor ve mesajýn sonunda da, 1 içki þiþesi ve 2 kadeh resmi...
Evet, herkesin öðretmeni kendisine...
Ve bizim Müslümanlar olarak sorumluluðumuz da, geleceðin insanlarýný yetiþtirmek açýsýndan, her zamankinden daha büyük: -Tayyip Bey'in enfes ifadesiyle-, 'Bilgiyi hikmetle yoðurmak...'
*