Bu coğrafyanın kaderi



Zalimliği ve kötülüğü kendi coğrafyamıza yakıştıramayan bir anlayışımız var.

Türk ve Müslüman olanlar, kimseye kötülük ve zulüm yapmaz diye düşünülür.

Kürdün Kürde, Kürdün kendi ‘ötekisine’ , Türk’ün Türk’e, Müslüman’ın Müslüman’a Müslüman ve Türk’ün kendi ‘ötekisine’ yaptığı zulüm ise, genellikle mağduriyet ve meşru savunmayla izah edilir.

‘İttihatçılar işi epey kolaylaştırdı, ama Kürdistan’daki Ermeni ve Süryaniler’ in yok edilmesindeki asıl sebep, Kürt feodal beylerinin kendi çıkarlarının arkasında durmuş olmasıdır’  dediğinizde şimşekleri üstünüze çekersiniz.

Mehmet Uzun, ‘Dicle’nin Yakarışı’ isimli eserinde Bedirxaniler’in Hakkari’de yaşayan Asuriler’e karşı giriştiği ve on bin kişinin hayatına mal olmuş katliamı romanına koyduğunda, akıl almaz eleştirilere uğramış, ‘Kürtler, ulusal kurtuluş için dağlardayken, böyle şeyler yazmanın şimdi  sırası mı’ diyenler olmuştu. 

Diyeceğim, burası Ortadoğu, burası Mezopotamya, körle yatan şaşı kalkar misali, herkes birbirine benzemiş. Herkes kendi kutsalını yaratmış..

Türk’ün Türk’e, Müslüman’ın Müslüman’a, Arap’ın Arap’a, Kürdün Kürt ‘e   yaptığı kötülükler ve zulüm söz konusu olduğunda, mutlaka bir yabancı parmağı aranır.

Oysa, tarihin belli başlı evrelerinde ortaya çıkmış ve karşı konulamayan belli bir ideolojinin; dini, mezhebi, etnisitesi ne olursa olsun farklı milletleri etkilediği ve çoğu kez,  zulmün ve işkencenin sıradanlaşmasına yarayan bir rol oynadığı iyi biliniyor. 

İnsanlığın binlerce yıllık tarihinde, toplama kampları deneyimi bir ilkti ve bu felakete insanları mahkum eden ideolojinin adı da Nazizm’di.

Nazizm, insanın içindeki yok ediciliğin uygun siyasi şartlarda nasıl da soykırımlara ve sınırsız bir şiddete dönüşebileceğini gösterdi.

Sonrasında dünyanın başka coğrafyalarında baş gösteren ulusalcı ideolojilerin büyük oranda Nazizm’den beslendiğini görmek çok zor değil.

Asya’dan Avrupa’ya, ideolojik akrabalıklar, ideolojik akrabalıklarla yaratılan enternasyonalist dayanışmalar bugün de sürüyor.

İslamofobi ve yeni ırkçı dalga, Avrupa’yı ve Amerika’yı tehdit ediyor.

Brevik gibi ‘yalnız kurtlar’ın gerçekleştirdiği katliam bile, Neo-Nazizmin, siyasi koşullar uygun hale geldiğinde, eskisinden farklı olmayarak, katliamlara ve soykırımlara girişmekten kaçınmayacağını yeterince göstermiş olsa gerekir.

Yaşadığımız coğrafyada Baasçılık ve Kemalizm arasında da büyük benzerliklerin olduğu ve bu benzerliklerin düşünce sınırlarını aşarak, ortak siyasi pratiklere dönüştüğünü görüyoruz.

Suriye Arap Ulusalcılarının, yani Basçılığın son kalesi olarak görülüyor.

Bir diğer kale-Irak- kolayca yıkılmıştı. İkincisi, daha muhkem ve daha evrensel bir anlayışla savunuluyor.

CHP’nin Şam merkezli politikalarını bu ideolojik akrabalığı hatırlamadan anlamaya çalışmak veya bu politikayı, ‘ hükümetin dış politikasının yanlışlığına karşı muhalefetin tavrı’  olarak görmek çok yanıltıcıdır. Erdoğan’a karşı, devrim çığlığı atan, CHP ve Türkiye’nin Ulusalcıları; Esat’ın gitmesini ve yıkılmasını istemiyorlar. Böyle bir gelişmenin, Basçılığın ve onunla akraba olan  Kemalizm’in kesin yenilgisi anlamına geleceğini biliyorlar.

Bu bağlamda, Taksim-Gezi eylemlerine katılan gençlerin ve çocukların,  bir sosyolojisi ve inandıkları bir ideoloji var mı diye sorulmadan, bu eylemlerin neye ve kime hizmet ettiğini anlamak mümkün değildir.

Tabi ki kastettiğim çocuklar ve gençler, Taksim’e çıktı diye babası tarafından cezalandırılan Hülya Avşar’ın kızı, Zehra Çilingiroğlu gibi çocuklar değildir. Taksim’in sosyolojisi ve ideolijisi, çok farklı bir yerde duruyor.

Ortaya konulan yıkıcılık ve vandalizm, barış süreci ve hükümet ikisi beraber yıkıldığında, Türkiye’yi nelerin beklediğini yeteri kadar göstermiş olmalı.

Bir gelin kızımız ve altı aylık bebeğine sokakta yapılan zulmü merak bile etmeden, doğru dürüst kınamadan, muhalif bir müzik grubunun Esat için ta Suriye’ ye gidip Esat’ı desteklemek için konser vermesinin sebeplerini anlamaya çalışmadan, Başbakan’ın üslubunu bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu gerilimin yegane sebebi görüp endişe ifade etmenin neye yarayacağını düşünmek gerekiyor.

Başı örtülü bir kadın yolundan çevriliyor, korkunç bir muameleye tabi tutuluyor ve sonra da üzerine işiyorlar..

Bir toplum böylesi bir yıkıcılığa ve vahşete tutsak kılınmak isteniyor, ama kimseden ses seda yok. Sesini çıkaranlar da işi ‘Bunlar insan olamaz’ gibi kalıplaşmış ifadelerle geçiştiriyorlar.

Kimse kendini kandırmasın, bunlar insan aramızda yaşıyorlar Gezi’ye çıkıp özgürlük talep ediyorlar. Onlar uzaydan gelmediler, istisna değiller.  Bir ideolojileri ve bir sosyolojileri var. Yenilgi psikolojisi yaşıyorlar. Erdoğan’a hizmet ettiğini düşündükleri hiç kimseye yaşam hakkı tanımıyorlar ve nefret ediyorlar.

Bahattin Şakirlerin, Topal Osmanların, Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’in izinden gidiyorlar.

Diyarbakır cezaevinde mahkumların üzerine işeyenlerin ‘akrabaları’ dır bunlar; aynı koğuşta kalan insanları birbirinin üstüne defalarca işemeye hatta birbirine tecavüz etmeye zorlayanların soyundan geliyorlar, aynı düşünceleri ve aynı ideolojileri paylaşıyorlar.

Kürtlerin binlercesini birbirine öldürtenler de bunlardır; öldürdükleri Kürt gençlerinin kulaklarını, güneşte kurutarak tespih yapanlar ve kafasını kestikleri cesetlere basıp vaktiyle sergiledikleri vahşete ve kendilerine toplumu alkışlatanlar da bunlardır.

İktidarlarını kaybettiler ve yeniden almak için her şeyi göze aldıkları bir mücadele veriyorlar.

Bu kültür ve bu şiddet anlayışı Türk siyasi hayatının dokusunda var.

Eğer ‘Taksim-Gezi devrimi’ başarıya ulaşsaydı,  hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’nin  içinde bulunduğu demokratik ve meşru siyasi zemin;  bazı sosyolog ve siyaset bilimcilerinin doğrusu pek de erken ilan ettikleri yeni ve daha güçlü bir demokrasi dinamiğiyle değil, olsa olsa Baasçılık ve Kemalizm ittifakının yol açacağı yeni yeni belalarla doldurulmuş olacaktı.

Biz bu belaları yeteri kadar yaşadık. Cumhuriyetin ve Basçılığın birbirine benzeyen tarihi ortadadır..

Dersim, Enfal ve Halepçe ortadadır. Baba-oğul Esat’ların kırk yıldır giriştiği katliamlar ortadadır..

Türkiye kendi tarihinde ve 1915’ten sonraki en büyük İttihatçı-Kemalist ‘toplumsal mühendislik’ örneğiyle karşı karşıyadır.

Balkanlaştırılması ve Ortadoğululaştırılması yeni ‘toplumsal mühendisliğin’ yegane hedefidir.