Ýçinden geçtiðimiz siyasi çatýþma sürecinin kayda deðer bir yönü, çatýþmanýn her iki tarafýna dair çok sayýda “ifþaat”a vesile olmasý.
Farklý konuþmalar, haberler, gazete yazýlarý ve hatta “internete düþen ses kayýtlarý” sayesinde, daha önce bilmediðimiz ya da emin olamadýðýmýz gerçeklere muttali oluyoruz.
Eðer kendinizi çatýþmanýn bir tarafýnda sipere yatýrmýþ iseniz, sadece diðer tarafa dair ifþaatlarý görüyor, “vay, vay, neler de varmýþ” diyor olabilirsiniz. Ama bilin ki karþý siperdekiler de sizin tarafa dair benzer bir temaþa halinde. Olaya dýþardan bakanlar ise her iki cepheyi de ilgiyle ve merakla izliyor, her iki tarafýn birden fotoðrafýný çekiyor.
Peki bu toplu fotoðraftan çýkarýlacak sonuç ne olmalý?
“Oh ne iyi, yesinler birbirlerini” sonucunu çýkaranlar olduðu mâlum. Ama, en azýndan Türkiye’nin ortak iyiliði için, bu kadar kötücül bakmamalýlar.
Hem Türkiye’nin hem de her iki tarafýn birden iyiliðini gözeten bir bakýþla bakýldýðýnda ise (ki þahsen öyle bakma gayretindeyim), tüm bu hengamenin en azýndan bir “tecrübe” ve “ders” olduðu, dolayýsýyla tüm tahribatýna raðmen uzun vadede bir hayra vesile olacaðý umulabilir.
Neye dair bir ders ve tecrübe?
Ýktidara, iktidarý kullanmaya dair.
Evvela kastýmýn sadece siyasi iktidar olmadýðýný, onunla beraber yargý, polis, asker, istihbarat gibi tüm devlet güçlerini kast ettiðimi belirteyim.
Bunlarýn hepsi, Tek Parti rejiminin baþlangýcýndan bu yana, Türkiye’nin dindar muhafazakârlarýnýn gözünde, “öteki” olageldi. Ýktidar, laikçi, “beyaz” ve haþindi çünkü. Necip Fazýl’ýn tabiriyle “hükûmet dedikleri çatýk kaþlý zat” idi.
Ýþte bu ceberrut sistem altýnda ezilen ve dýþlanan Ýslami kesim, iki farklý kurtuluþ stratejisi geliþtirdi: Particilik ve cemaatçilik. Birisi seçimle iktidara gelmek, öbürü “alný secde gören” hakimler, savcýlar, polisler yetiþtirmek demekti.
Ancak rejimin baskýcý niteliði, her iki stratejiyi de bazý yapýsal problemlere mahkum etti: Zorunlu ketumiyet, yani þeffaflýktan yoksunluk, her iki yapý içinde de serbest tartýþmayý, özeleþtiriyi, çok sesliliði imkansýz kýldý. Dahasý her iki yapý da “dava”yý o kadar kutsadý ki, kolaylýkla Makyavelizm’e savrulabilecek bir faydacýlýk geliþti.
Sonra beklenen devir geldi; ceberrut rejim elbirliðiyle yenildi. Ancak kaçýnýlmaz sorun çok geçmeden temayüz etti. 90 yýl sonra ilk kez iktidara gelenler, bunu nasýl kullanacaklarýna dair iyi bir zihinsel hazýrlýk yapamamýþlardý. Mazlum olduklarý dönemde mecburen geliþtirdileri kapalýlýk, her doðruyu her yerde söylememe, dava arkadaþlarýný kayýrma gibi refleksler, bizim devletin zaten çok merkezi ve hoyrat olan gücüyle birleþince, umulmadýk sorunlara yol açtý.
Etyen Mahçupyan geçenki bir yazýsýnda þöyle tarif etmiþ bu durumun bir veçhesini:
“Bunca yýl baþkalarý tarafýndan sýnýrlandýrýlmýþ olmanýn ürettiði siyasi/toplumsal hafýza, þimdi söz konusu sýnýrlandýrýlma olmadýðýnda bizzat kendine sýnýr çizmek gerektiðini kavramakta zorlanýyor.”
Bugün içine boðulduðumuz tüm komplo teorileri ve propaganda temalarý bir kenara býrakýlýrsa görülecektir ki, yaþadýðýmýz kriz, aslýnda, yeni kavuþtuðu devlet gücünü kullanýrken kendine sýnýr çekmeyen iki yapýnýn çarpýþmasýdýr. Her ikisi de haklý birer davaya samimiyetle inanan iki yapý...
Bundan çýkarmamýz gereken dersler ise; gücün yozlaþtýrýcý etkisinden sakýnmak, þeffaflýk, tarafsýz kurumlar, hukukun üstünlüðü, uzlaþý kültürü gibi “açýk toplum” ilkelerdir.
Batý’da da nasihatlerle deðil musibetlerle geliþen bu ilkelerin ihtiyacýný canýmýz yana yana keþfetme arefesindeyiz diye umuyorum.
Baþka da umulacak pek bir þey kalmadý zaten.