Bu da ‘orantısız zeka’ ilanı mı?

Kişi başına düşen milli gelirin 40-50 bin dolar olduğu, sekülerliği demokrasinin gerek ve yeter şartı sayan ‘kendine demokrat’ ülkelere komşu bir muz cumhuriyeti olmadığımızdan iç siyasetle dış siyaset kolayca reaksiyona girebiliyor.

Suriye söz konusu olduğunda CHP işi sık sık gerçekleştirdiği ziyaretlerle Esad’a canlı kalkan olma noktasına getirirken MHP Hükümet’i PYD ile mücadele adına silaha davranmaya azmettiriyor.

Bir zamanlar Beşar Esad’la Başbakan Erdoğan’ın iyi ilişkiler içinde olmasından mülhem “eskiden kankaydılar, şimdi ne oldu” oksimoronu “eskiden Esad halkını katletmiyordu” cevabı karşısında doğal olarak tedavülden kaldırıldı.

Baba Esad PKK’yı himaye ederken Türkiye Suriye ilişkileri nasıldı; ona da dönüp bakmak gerek. CHP o vakitler de vardı. Acaba o zaman “sosyalizm kardeşliği” Baas yönetiminin Türkiye’ye karşı PKK’yı kullanmasını mazur kılabiliyor muydu? CHP’ye sorulacak bu soru ne kadar ne kadar saçma ve haksız ise AK Parti hükümetine, “bir zamanlar aranızdan su sızmıyordu şimdi ne oldu” demek o kadar saçma ve haksız bir suçlamaydı.

Esad’ın hiç mi suçu yok!

Şimdilerde moda “Kemalist iktidar dönemlerinde bile Türkiye Ortadoğu’da bu kadar yalnızlaşmamıştı” demek.

Yani “hiç bulaşmasaydık Arapların işine”...

Sadece bu olsa iyi; “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” alışık olduğumuz Kemalist dış politikanın Ortadoğu mottosu. Lafın tamamını söyleyenler Suriye’nin bugünkü durumundan Türkiye’yi mesul tutacak şekilde zenginleştiriyorlar “yalnızlaşma terorisi”ni. “Esad’ın hiç mi suçu yok”, diyesi geliyor insanın.

Dış politika iç politika malzemesi yapılmamalı deyince de “ne yani dış politikayı hiç mi eleştirmeyeceğiz” cevabı geliyor.

Türkiye’yi Suriye’deki savaşın müsebbibi ilan etmek eleştiri oluyor, öyle mi? O zaman Mısır’daki devrime destek verirken de Türkiye, Mısır ordusunun yaptığı darbe ve katiamı öngörmeliydi ve “neme lazım” demeliydi.

Ecdad Viyana kapılarına fethe gider imiş, ana muhalefet lideri AB kapılarına ülkesinin başbakanını şikayete gidiyor.

Gezi’deki polis şiddeti görüntülerinden (ki şiddet konusunda polisle yarışan militan Geziciler bir yana) ve Başbakan’ın “sert üslubundan” yola çıkarak her cümleye “diktatör” diye başlayan vekilleri ise sübliminal mesaj teknikleri üzerine çalışıyor olmalı. Bir algı oluşturma taktiği olarak her fırsatta “diktatör” diyorlar; ne kadar çok dersek o kadar iyi, düşüncesiyle..

Erdoğan bi gitse...

Türkiye uluslararası sözleşmelere imza atmış bir ülke. Ben vatandaşımı hem severim hem döverim diyen diktatörlüklerle yönetilen bir üçüncü dünya ülkesi değil. Ya da Soğuk Savaş sonrası geliştirilen “diplomatik savaş” döneminde büyük güçlerin himayesinde distribütörlük yapan bir ülke de değil; en azından artık değil. Sorun da bu galiba...

Türkiye artık kendi dış politikası olan bir ülke. Kısa ve orta vadede bunun bedeli olacağı muhakkak.  

Yine de şikayetleriniz olabilir; bunlar için uluslararası insan hakları kurumlarına başvurabilirsiniz. Nitekim Türkiye’nin, eski dönemlerin bakiyesinden dolayı, o kurumlardaki sicili de pek iç açıcı değil. Sizleri de kap kucak edeceklerdir.

Ama başka bir ülkenin medya organlarında ilan vererek başbakan şikayet etmek de ne anlama geliyor? Bu da yeni nesil bir muhalefet biçimi mi? “A-politik bunlar canım, sadece öfkeliler ve nezaket bekliyorlar” dediğimiz gençlerin orantısız zekalarının bir icadı mı? Kimin akıl daneleri bunlar?

The Times ilanında bir kez daha gördük ki mesele, ABD sokaklarında tanıdıkları olan bizim çılgın Türklerin “sanki yedim” deyip biriktirdikleri paralarla verdikleri bir ilan değil.

Bu işe baş koyulmuş. Nuremberg benzetmesi yapacak kadar kafayı çizmiş bir akıl, elbet bartır martır bir şeyler de yapmıştır. Aşağıda imzasını gördüklerimiz kadar görmediklerimiz de işin içinde, besbelli. Bu ilanların bartırı da muhtemelen söz olarak verilmiştir. Hele bir Tayyip Erdoğan iktidardan gönderilsin o sözler tutulacaktır!