Bir insan kendini bu ölçüde dağıtabilir mi? Dağıtabilirmiş... Şuursuzca çıkışlardan “düşünce” vehmedebilir mi? Vehmedebilirmiş...
Esasında ne düşündüğünü ve hangi dünya tasavvurunu savunduğunu bilmediğimiz refikimiz Can Dündar, bir süredir ismini “tartışılan özne” olarak gündemde tutmayı başarıyor.
Dikkatinizi çekerim: Can Dündar’ın düşüncelerini tartışmıyoruz.
Kendisini tartışıyoruz ve “bir insan bu kadar nasıl provokatif olabilir” diye hayret ediyoruz. (“Yalancı” dememek için “provokatif” dedim... Gerçi Can’da yalan da çok ama onun meslekteki/gazetecilikteki çabasını tanımlayan en doğru, hatta en elverişli sözcük “provokasyon.”)
Can bir süredir gazetecilik yapmıyor.
Provokasyon yapıyor.
Gezi’deki performansına girmeyeceğim... Romantik ses tonuyla yaptığı kışkırtmaların “kayıtları” internet ortamında duruyor. Meraklısı, “Can Dündar” ismiyle arama yapıp o verilere ulaşabilir. Gerçekten de üstün işler yaptı... “Gazeteci ne değildir?” sorusunun cevabı olarak ilelebet yaşayacak o kayıtlarda.
Madem konu açıldı, Can’ın bana cevap olarak tasarladığı Twitter mesajları için de bir çift söz söyleyeyim sevabına.
Hatırlarsanız, Can Dündar’ın, “Polis Taksim’de katliam hazırlığı yapıyor. Annelerinin elinden çocukları zorla alınıp götürülüyor. Katliam bu...” sözlerini eleştirmiş, kışkırtmalarını “tiksindirici” ve tahammülfersa bulduğumu yazmıştım, birtakım tahkir sözcükleri sıralayarak...
O tahkir sözcükleri için özür diledim.
Hoş değildi, şık değildi, doğru değildi...
Can da bundan memnun oldu sanırım... Ya da “haklılığına” kanıt olarak kullandı... Bilemiyorum.
Özrüm, Can’ın “haklılığına” işaret etmiyordu oysa...
Can hiç haklı değildi...
Bir insan, kendisini (yani kışkırtmalarını) savunmak için, “Ben öyle bir şey demedim... Annelerinin yanından çocukları zorla götürülüp tutuklanıyor dedim” derse, bu onun haklılığına değil, sadece pişkinliğine yahut gülünçlüğüne işaret eder.
Hadi öyle bir şey demedin... “TOMA’lara karşı kendimi siper edeceğim” de mi demedin?
Neye, hangi bilgiye ya da öngörüye dayanarak “Taksim’de katliam hazırlığı yapıldığını” söylüyordun ve bu beyana inanacak saf “inanmışların” hangi yönde mobilize olacağını düşünüyordun?
Halk TV yayınına telefonla bağlanıp, “Bu bir devrim” diye ünleyen kimdi?
Beşiktaş-Galatasaray derbisindeki olayları çarpıtan, “AK gençlerin, slogan atan insanlara saldırdığını” söyleyen kimdi?
Bunları hangi gazetecilik çabasının ürünü?
Biz Can’dan özür beklerken (bizden değil, aldattığı okurlarından özür dileyecekti), o “kışkırtmalarına” (daha doğrusu, sinisizmine) level atlattı ve bu kez “konuk yazar” olarak gittiği Almanya’dan ses verdi.
12 Eylül’ün sansürünü özlemiş...
Bugün medya çalışanları öyle bir baskı altındaymış ki, şimdilerde gerçekten de 12 Eylül günlerini arıyormuş...
Kendisi anlatsın: “Ben 12 Eylül’de de gazeteciydim ve şimdilerde gerçekten 12 Eylül sansürünü özledim. Askerle güzel bir düzen vardı aramızda. Asker telefon ediyordu ve bunları koymayın diyordu, biz de koymuyorduk. O konular yokmuş gibi davranıyorduk ve herkes işini biliyordu. Şimdi ise, siz anlarsınız neyin yazılmayacağını deniyor.”
Can, 12 Eylül’de askerle kurulan “güzel düzen” çerçevesinde kaç gazetenin kapatıldığını ve aylarca kapalı tutulduğunu, kaç gazetecinin sorgusuz sualsiz hapse tıkıldığını, hangi gazetecinin (yazarın) linç edilerek öldürüldüğünü unutmuş olabilir mi?
Sanmam...
Normal ülkelerde, darbe günlerini özlediğini söyleyen kişilere, genellikle “aklını yitirmiş” gözüyle bakarlar.
Bizde taltif görüyorlar... (Nitekim, Can Dündar’ın bu sözleri salondan büyük alkış almış!)
Can’dan sonra bir yazı da Hasan Cemal’den bekliyoruz; “Tank Sesiyle Uyanmak” kitabında, mebzul miktar askerle kurulmuş “güzel düzen” örneği var. Tam onun kalemi...