Her şeyi yazıyorlar, her türlü hakareti ediyorlar, sonra da “Türkiye’de basın özgür değil... Freedom House söylüyor...”
Freedom House’un söylediklerini Hasan Cemal de söylüyor.
Basın özgür olsaydı, bol sıfırlı maaşla Milliyet’te devam edecekti.
Edemiyor.
Mütevazı bir ücret karşılığında (belki de “ücretsiz”, bilemiyorum) Doğan Akın’ın sitesinde yazıyor.
Basın özgür değil ama Hasan Cemal “tahkir etme özgürlüğünü” sonuna kadar kullanıyor.
Bir şey olmuyor...
Hem bir şey olmuyor, hem de “diktatör” diye suçladığı adamın polisleri kapısına dayanıp, “Rojava’daki özgürlüksüzlüğü bile Erdoğan’a bağlıyorsun. Rahatsız mısın birader?” demiyor.
Freedom House, “Türkiye’de basın özgür değil” der de, Altan biraderler durur mu?
Biri (küçük Altan), mütemadiyen Kürtlere verip veriştiren yazılar yazıyor. Belli ki çözüm sürecinden rahatsız. “Ne demeye Erdoğan’la anlaşırsınız” demeye getiriyor, kendisini dinlemeyen Kürtlere kızıyor. Çatışmalar yeniden başlasa, kan dökülse huzura erecek... O zaman başlayacak “yeryüzü standartları”, “çocuk ölümleri”, “Yunanistan’ın gelişmişlik düzeyi”, “demokrasi olmadan barış olmaz” diye kafa ütülemeye.
Bir de “büyüğü” var bu Altan’ların...
Büyük Altan’a göre de Türkiye’de basın özgür değil...
Dün, Mehmet Ali Birand anısına düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşma geçti elime... Gü
zel laflar etmiş, meslekle ilgili ilginç ve kayda değer tespitler yapmış, bazı gazetecilerin özel halleriyle
ilgili ibretlik anekdotlar aktarmış, “basın özgürlüğüne yönelik tehditleri” sıralamış, filan.
Bildik Altan konuşmalarından biri...
Rahatlıkla altına imzanızı atacağınız konuşma “basın”la ilgili bir fotoğraf sunuyor.
İç açıcı olmayan bir fotoğraf elbette.
Fotoğrafa baktığınızda şöyle düşünüyorsunuz: “Bu ülkede basının hali içler acısı... İnsanlar kötücül... Siyasetçiler ceberut... Erdoğan diktatör... Bütün gazeteciler alçak...”
Büyük Altan, fotoğrafı inandırıcı kılabilmek için, ailesinin başına gelen kötü durumlardan bazı örnekler aktarmış
Fakat o da ne?
Bu kötü durumların hepsi geçmişle alakalı değil mi?
Mesela, aynı zamanda “sosyalist bir milletvekili” olan babasının başına türlü haller gelmiş... Bir gazetede “soylu” babaannesiyle (Paşa kızıymış) ilgili çok çirkin bir iftira (güya geçmişte genelevde çalışıyormuş) yayınlanmış... Bir meslektaşı kendisi için “Fransız Ahmet” diye bir manşet atmış... Biri, yine kendisini hırsızlıkla (roman aşırmakla) suçlamış.
Pek kötüymüş azizim basının durumu... Hiç özgürlük yokmuş...
İyi de muhterem, konunun günümüzle alakası ne?
Babana olmadık zulümleri reva görenler, babaannene o çirkin iftirayı atanlar, seni “Fransız Ahmet” diye manşete çekenler kimler? Senin meşrebinden, senin sınıfından, senin “kanon”undan adamlar değil mi?
Bugün o adamlarla aynı fotoğraftasın... Aynı fotoğrafta sırıtıp duruyorsun... Ve bunu miden kaldırabiliyor...
Efendim, Türkiye’de basın özgürlüğü yok. Ağır bir diktatörlük hüküm sürüyor... No Pasaran!
Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığı için mi “No Pasaran!” diye iç savaş kışkırtıcılığı yapıyorsun?
Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığı için mi, her türlü sınıfsal aşağılamayı “fikir yazısı” diye pazarlıyorsun?
Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığı için mi, “diktatörlükle” suçladığın adama “kof kabadayı”, “sefil”, “zavallı”, garson yamağı” diye saydırıyorsun ve bu hakaretlerine “Yargıtay desteği” buluyorsun?
Bütün gazeteciler alçak, bir tek siz delikanlısınız.
Bir kalem darbesiyle binlerce insanın hayatını kararttınız, hâlâ konuşuyorsunuz!