17 Aralık darbe girişimi, Başbakan Erdoğan’ın başarılı siyasi liderliği ve Türkiye toplumunun kendi iradesine karşı girişilen bu kaçıncı yolsuzluğa bir kez daha şiddetli bir cevap vermesiyle neticelendi.
Ama hikâye orada bitmedi.
Şimdi sıra, kamu hiyerarşisini bozup abi hiyerarşisine göre iş tutanların, hükümeti devirmek amacıyla belge-bilgi toplayanların, hükümeti düşüreceklerinden emin şekilde düzenledikleri evraklarda Başbakan’dan geçmiş zaman vurgusuyla “dönemin başbakanı” diye bahsedenlerin, yüz binlerce kişinin telefonunu legal/illegal yollarla dinleyenlerin, insanların mahremine utanmadan girenlerin, KPSS sorularını çalarak belli pozisyonlara yerleştirmek istedikleri cemaat elemanlarının full çekmesini sağlayanların suçlarının tespitinde.
Bu ihmal edilebilir, geçiştirilebilir, gevşetilebilir bir durum değildir. Hükümet, sadece hedef olan isimlerin değil, bütün kamunun, tek tek her bir vatandaşının çiğnenen onurunun, hak ve hukukunun hesabını sormakla ve korumakla yükümlüdür. Bundan sakınamaz, zinhar geri duramaz.
O yüzden Başbakan’ın “gereği neyse onu yapacağız” mealinde sözlerinin “cadı avı yapacağız, suçlu suçsuz cemaate mensup herkesin ensesindeyiz!” gibi bir anlam alanına doğru çekiştirilmesi sadece yanlı değil, yanlış da.
Bu mesele, hedefe o ve lideri konulmuş olsa bile sadece AK Parti hükümetinin meselesi değil çünkü. AK Parti diye bir parti olmasaydı da bugün Türkiye’nin masasında üç aşağı beş yukarı böyle bir sorunu var olacaktı. 35 yıl geriye giden bir yapılanma ve uzun vadeli bir eylem planı işlemekte çünkü.
‘Teknik nakavt’la mücadele
Mücadeleyi zorlaştıran ve geciktiren birkaç nokta var görmemiz gereken.
Biri şu: Harekete geçirilen mekanizmada verilen rol gereği, gerektiğinde yetkisini aşan ve suç işleyenlerin tespiti kuşkusuz kolay olacak. Ancak sinsilik ve Gülen’in ifadesiyle “teknik nakavt”la sonuçlanacak şekilde yapılanan bir suç örgütünün her işini usulüne uydurmuş olması bu tespiti zorlaştıracak. Mücadelenin hukuk sınırları içinde yürütülmesi ve önceki darbe davalarında yaşananların tekrar yaşanmaması için gösterilmesi gereken titizlik, kamuoyunun sabırsızlığına rağmen işleri haliyle yavaşlatacak.
Bir diğer zorluk ise; devletin kılcal damarlarını dahi sarmış bir yapıyı ayıklamada yaşanacak. Suça ve suçluya ulaşmak için çalıştırılacak mekanizmaların, devlet kurumlarının, kurullarının bizatihi kendisinin bu yapı tarafından belli oranlarda ele geçirilmiş olduğu gerçeği, mücadelenin her aşamasında karşımıza çıkacak.
Şu an uyuyan hücreler de muhtemelen zaman içinde uyanacak ve ağabeylerinin verdiği talimatın gereğini yapacak. Yani önce suçun işlenmesi, sonra sırasıyla suç işleyen kişinin görevden alınması, yetki aşımı ya da suça bulaşma oranına göre belli müeyyidelere tabi tutulması, yerine yeni bir kamu görevlisinin atanması ve belki o kişide de aynı durumun bir kez yaşanması... Meselenin asıl zorluğu, derinliği ve Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehlike bu.
Uyuyan hücreler
Muhalefet partilerimiz ne yazık ki ne sorunun ne sorumluluklarının yeterince farkında gözüküyor. Üstelik daha dün sandıktan çıkan “cemaat vesayetine de hayır” mesajını almış da görünmüyorlar. Ergenekon-Balyoz davalarında “paralel”in yaptığı hukuksuzluklar konusunda sesini erken yükselten çevrelerin bugün, sanki hukuku araçsallaştıran böyle bir suç örgütü yokmuş, Hükümet bu tedbirleri örgütle mücadele için değil kendi ikbali için alıyormuş gibi kısa vadeli küçük hesaplara girişmiş olması sadece kendileri için hayati bir siyasi hata olmadı, Türkiye’nin bu yapıyla mücadelesine de zarar verdi.
AK Parti ile siyaseten rekabet edemediği defalarca görülmüş olan CHP, eğer Gülen örgütünün kasetleriyle iktidar olacağı yanılgısına kapılmayıp bu sinsi yapıyla mücadele temelli bir strateji kurabilseydi hem siyasi hem ahlaki olarak avantaj kazanabilirdi. Karşılığını sandıkta da somut olarak görebilirdi. Yapmadı ya da yapamadı. Şimdi MHP ile birlikte ülkenin ve siyasetin gerçeklerinden uzak şekilde çatıya çıkaracakları bir “kemancı” arıyorlar. Ne diyelim...