Çamlıca’ya hamam projesi

Çamlıca’ya yapılacak Cami tartışması, proje yarışmasının neticelenmesinden sonra daha bir alevlendi. Alevi söndürecek şeyse elbette su’dur. Eski adettendir, bir muhite cami yapılmazdan evvel, ecdad müştemilat derdi, ilkin hamam yapımından başlanırdı işe... Ki, o caminin tek bir taşını kaldırıp da koyacak çıraklar dahi abdestsiz olmayalar...

Çamlıca’ya yapılacak Cami hakkında konuşanlara bakınca siyasetten mimariye, estetik kaygıdan kıskançlığa kadar her türlü harmoni doludizgin giderken ben de kalkmış “hamam”dan, “abdest”ten bahsediyorum. Ama işin özü de burada, namaz kılmakta gönlü olmayan insanların sabahtan akşama kadar yaptıklarına çığırtkanlık demezsiniz de ne dersiniz.. “Bak başıörtülü kimseler de karşı çıkıyor Çamlıca’daki camiye” demeyiniz. Örtüden değil namazdan bahsediyoruz, üstelik beş vakit namazdan.

Müslüman için namaz, hayatın devamiyetiyle ilgilidir, namaz hayattır. Hal böyle olunca namaz ve cami hadisesi, salt anlamıyla estetik, sanat veya siyasetle abluka altına alınamaz, gündelik hayatın zarureti ve zamanın idraki, izdüşümüdür çünkü namaz. Bu bağlamda son tartışmalar, “hayatsız”dır “insansız”dır. Mekana muhtaç insan, bu tartışmalarda yok farzediliyor.    

***

Namaz kılmayan bir insanın camiden beklentisiyle, namaz kılan bir insanın camiden beklentisi elbette farklıdır. Ama tartışmanın giderek “görünmezliğe” dayatıldığını da idrak etmek gerekiyor. Üstelik baskıyla, zorla maruz kalmıyoruz bu “görünmezliğe”. Kendimizden utanmaya, hicap etmeye, pişman olmaya, müslüman oluşumuzla çevreye verdiğimiz zarardan dolayı sürekli özür dilemeye zorunlu hissedişimiz, o kadar nazikçe öğretiliyor ki bize...

Mütedeyyin kesim bile Mimar Sinan’ın o aşılmaz, o devasa dehası altında yaşadığı aşağılık kompleksiyle başlıyor konuşmaya... Veya sevgili Nazife Şişman’ın haklı olarak dile getirdiği “büyük güzeldir” saplantımızla kendi kendimize getireceğimiz özeleştirinin ucu bile Selahaddin Eyyubi’ye dayanıyor. O harika menkıbede ipeği kılıcıyla kesen Selahaddin Eyyubi’ye. Kimdir o Selahaddin? Kudüs Fatihi...

Eğri oturup doğru konuşalım, peki ben kimim, sen kimsin kardeşim?

Yani büyük laflar ediyoruz, aforizmalar, felsefeler yapıyoruz da, o çok güldüğümüz Laz amcalar ve onların buldukları fırsatta kuruverdikleri camiler olmasaydı bugün cenaze namazımızın kılınacağı cami bulmakta zorlanırdık. Abartmıyorum işte size bir örnek: “İstanbul’un tarihi yarımadasındaki Fatih ilçesi sınırları içinde bulunan 281 cami ve mescit, resmi kayıtlarda yerleri belli olmasına rağmen artık yerinde yok. Bazılarının arsaları üzerinde özel mülkiyet binaları varken, bazıları yıkık dökük halde ve işgal altında.” Tarih Bölümü öğrencilerinden Semih Özdemir’in ada pafta numaralarına, tapu sicil kayıtlarına kadar hazırlayıp sunduğu kapsamlı rapor sadece Fatih ve Eminönü’nü kapsıyor.

Nereye gitti bu tarihi camiler, nasıl buharlaştılar?

Bugün estetik, sanat ve felsefe tartışmalarında boy gösterenler, bu görünmezliğe mahkum ediliş hakkında ne diyorlar?

Bırakınız şimdi Mimar Sinan ile Selahaddin Eyyubi’yi... Sirkeci Garı’nın hemen yanındaki cami, daha düne kadar Anadolu Saz namıyla iş gören bir pavyon değil miydi? Otuz yıl mı sürdü Vakıfların mahkemeyi kazanması, kırk yıl mı? O caminin minberinde dansözler raksederken niçin aklımıza gelmiyordu Sinan ya da Selahaddin...

***

Varsa yoksa İstanbul’un silüeti...

Peki İstanbul’un ruhuna ne zaman gelecek sıra?

Mezkur silüeti kurnaz tilki kulakları gibi sinsice bozan gökdelenler için ses soluk çıkartmayanlar, şimdi Çamlıca’daki muhtemel cami için kızılca kıyamet kopartıyor. Daha temeli atılmamış camiyi mahkum edenler, cehennem trolünün en tepe katlarında ışıklarını yakıp kurulanlara tek laf edemiyor. Bazı pervasız müteahhitlerin orman iştahınıysa hiç karıştırmayalım. Hamam demiştik değil mi? Önce gusledip abdest alalım da bilahare gireriz camiye. İnşallah.