Geçen hafta, TRT'de, 'Çanakkale Muharebeleri'nin bir bölümündeki zafer anlatılırken, sunuculardan birisi, 'Gerçi bazıları , (O deniz savaşıydı, ve -filan kumandan da - deniz subayı değildi...' diyorlar, ama, o deniz savaşı da o kara savaşının bir bölümüydü... vs.' diyerek resmî tarih yorumcularından görüş alıyordu.
TRT sunucusunun, sözünü ettiği o görüşü dile getirenlerden birisi de bu satırların sahibiydi ve 20 Mart günü konuyu, ('Çanakkale'deki 'Deniz Muharebesi'ni bile, kara ordusuna yaptırtan 'resmî tarih çarpıtmacılığı'!) başlıklı yazıda ele almıştı.
*
Bu vesileyle bir daha ifade etmeliyim ki, bizim, geçmiş savaşlarda, İslam ve de -inancımızın hâkim olduğu toprak mânasında- vatan yolunda, saldırgan düşmanlara karşı canını ortaya koyarak savaşan her askerimize ve onlara aynı ölçü ve niyetlerle komuta eden herkese de teşekkür eder, rahmetle anarız. Hattâ, savaşlarda yenmek kadar yenilmek de vardır -ve korkaklık edip de kaçanlar veya hıyanet edenler hariç-, yenilmiş bir Müslüman ordusunun her kademedeki askerlerine de asla hürmetsizlik edemeyiz. Hattâ, 'kasden olmaması' şartıyla, kumandanlar yanlış da yapmış olsalar bile...
*
Ama, bir yangını söndürmekle vazifeli itfaiyeciler durumunda olanların, büyük kayıplarla da olsa yangın söndürüldükten sonra, yangın yerindekilere, 'Ben veya biz olmasaydık, yok olacaktınız..' diye bize minnet ödetmeye kalkışıp; 'Öyle bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu...' durumuna gelmelerine elbette göz yumulamaz.
Hani derler ki, Çanakkale Muharebeleri'nde, 80-90 kiloluk top mermilerini taşıyan Seyyid Çavuş'u savaş sonrasında, köyünde tıpkı herkes gibi, en azla yetinip şükür diye ömrünü sürdürürken bulup, savaş günlerindeki o üstün hizmetleri hatırlatıldığında, mahcûb bir şekilde, 'Nicelerimiz canlarını da verdiler... Biz de gittik askere yapmamız gereken vazifemizi yerine getirmeye çalıştık...' dermiş...
Evet, böylelerine can kurban...
*
Ama, böyle değil de, 'Sizi biz kurtarmıştık!' diye, bize ölümlerden ölüm beğenmek mânâsındaki kurtarma diyetleri ödetmeye çalışan itfaiye erlerine karşı, sonunda, 'Yahu arkadaş, devlet sana, yangını söndürmek vazifesi vermiş, nice tehlikeleri de göğüsleyerek yangını söndürdüyseniz, teşekkür ederiz, ama, ikide bir minnet koymak ve dahası, dayatmalarınıza gelince... Kusura bakma!..' demek noktasına gelir insan..
*
Bu konuya, Kut Zaferi'nin 106'ncı yıldönümü dolayısıyla değinmek gerekti.
*
Neydi, 'Kut-ül Ammâre Zaferi?'
Irak Cebhesi'nde, kısaca 'Kut' diye anılan 'Kut-ul Ammâre'de, 29 Nisan 1916'da İngilizler 10 binden fazla ölü bırakarak ve 13 binden fazla esir vererek ağır bir yenilgi almışlardı. O büyük zaferin kumandanı Halil Paşa idi. (Sonraları, 'Bizi arkadan vurdukları' yalanıyla düşman edildiğimiz Arab halklarından 16 bin 'gönüllü asker' de, Osmanlı Ordusu'nun yanındaydı.
Şu kardeşlik dayanışmasına bakar mısınız?
Ama, bugün, Suriyeli sığınmacılara düşmanlığı siyasetlerinin temel malzemesi yapan öyle siyasî liderler var ki, hiçbir insanî yüksek değer taşımadıklarını sergilemekten utanmıyorlar.)
'Kut Zaferi'nin oldukça ilginç tarafları da vardır.
Askerî belgelere göre, Halil Paşa, Osmanlı Harbiye Nâzırlığı'na bir telgraf göndererek, görüştüğü İngiliz komutan Townshend'in, (o zamana göre çok büyük bir para olan) "1 milyon İngiliz lirası karşılığında, 13 bin 300 kişiden oluşan ordusuyla Hindistan'a gitmesine izin verilmesini" teklif ettiğini bildirip, devletin bu konudaki emrini soruyor.
Halil Paşa'ya Osmanlı Harbiye Nezareti'nin cevabında, "... Orduyu kâmilen teslim etmesi ve harp boyunca Osmanlı ordusuna hiçbir hasmâne harekette bulunulmayacağına söz vermesi şartıyle, istediği yere serbestçe gidebileceği dışında, hiçbir şart kabul olunamaz." ifadelerine yer veriliyor.
Halil Paşa, daha sonra Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya gönderdiği mesajda, 'silahlarını gece tahrib ederek teslim olan İngiliz askerlerinin sabahtan itibaren harb esiri olarak teslim alınmaya başlandığını' bildirerek, şunları kaydediyordu:
"General Townshend'in kılıcını almadım (...) Esirler, 5 general, 277 İngiliz zâbiti, (...)yekûnü, 13 bin 300 küsurdur. (...)"
Ama, daha sonra, Halil Paşa, Ankara Hükûmeti tarafından; sırf, Enver Paşa'nın amcası olduğundan, yurd dışına sürülmüş, yurda girmesine müsaade edilmemiş bir kahramandı...
*
TRT'de önceki gün, Haber bülteninde, 'Irak Cebhesinde, 'Kut-ul Ammâre' bölgesinde İngilizlere karşı Osmanlı Ordusu'nun, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'nın komutasında muazzam bir zafer elde edişin 106'ncı yıldönümünde bulunulduğu'na, sadece 1 dakikalık kısa bir değerlendirmeyle değinildi.
*
NOT: Ve, 'O. K' savunmacılığına soyunmalar...
Türkiye mahkemelerinden birinde, O. K. isimli bir kişi için müebbed hapis cezası verilmesi üzerine Avrupa Birliği'nde, Türkiye'ye bir takım sosyo-politik ve ekonomik cezalandırmalar uygulanması yolundaki oylama, sadece Macaristan'ın 'Hayır' demesiyle akîm kaldı. Çünkü, oybirliğiyle alınması gerekiyordu o kararların...
O. K. isimli kişinin İstanbul'da, 2013'de, iki aydan fazla süren ve ülkeye ağır maddî zararlar ödettiren ve 5-6 kişinin ölümüne yol açan Gezi Vandallığı'nın ideolojik ve maddî gücü olduğu iddia ediliyordu.
Şimdi, bir müennes parti lideri, 2. Abdulhamîd'e kadar uzattığı yılan diliyle, 'Gezi Hadiseleri'ne de sahib çıkıp, ekranlardan, 'Adâlet ve hürriyet istiyoruz... Kahrolsun istibdâd/ diktatörlük!' diye yırtınırken; Arınç ve A. Gül ile bazı çevrelerin henüz kesinleşmemiş o ceza için 'haksızlık' demeye gelen eleştirileri, anlaşılır gibi değil...